<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d3216149817626282103\x26blogName\x3dSalvia\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://adasalvia.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://adasalvia.blogspot.com/\x26vt\x3d6379591138081927475', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Kapı-16

28 Haziran 2008 Cumartesi Gönderen Salvia

Belki de gördüğün bir rüya değildi. Bunu kim bilebilir ki? Aniden uyanıp tek söz bile etmeden kapıdan fırlayan bir adamın arkasından bakarken aklımdan bu geçti. Yüzünde endişeden daha başka bilemediğim bir anlam vardı. Belli ki Korsan da alışık değildi seni böyle görmeye o da şaşkın bir ifadeyle ardından baktı.


Islak ellerimi kurulayıp evin önüne çıktım. Çoktan gözden yitmiştin gecenin karanlığında. Öylece bekledik seni, ben ve Korsan. Biraz bahçede dolaştık, biraz oturduk, biraz geleceğini tahmin ettiğimiz yöne baktık. Neredeydin ve ne yapıyordun? Seni böyle irkilten neydi, bilemedik.


Sonra ılık bir rüzgar esti. Gökte dolunay parladı. Tüm bulutların bu kadar hızlı dağılmış olmasına şaşırdım. Hala ıslak olan toprağın üzerinde çıplak ayakla yürürken bunu en son ne zaman yaptığımı anımsamaya çalıştım ama bulamadım. Neden sonra bir ürperti kapladı içimi. Bilinmez bir ürperti. Burada böyle tek başıma kalmış olmaktan belki… Bilemedim.


Bir bardak sıcak çay alsam iyi gelir diye düşündüm. İçeriye girip kapıyı kapadım. Korsana bakındım ortalıkta yoktu. Dışarıya baktım orada da…Ürperti iyice gelip yerleşti içime. Son dalımı da kaybettim sandım. Belli ki o endişesine daha fazla dayanamayıp peşinden gitmişti. Ve muhtemelen seni bulmuştu.


İkinizi merak ettim ve aklımın içinde ikinizi birbirinize emanet ettim. Koltuğa uzanıp uyumaya çalıştım. Çünkü beklemekten ve endişelenmekten bitkin düşmüştüm. Kendimi o karanlığın kollarına bırakırsam zaman hızlanır ve dönersiniz diye düşündüm. Uyku tutmadı, dışarıda bir şey çıtırdadı ben iyice büzüldüm.


Böyle beklemekten ve korkmaktan sıkıldım. Seni aramaya karar verdim. Korsan’ın yaptığı gibi tamamen içgüdülerime güvenecektim. Kapıyı açtım ve karşımdaydın… Sen ve Korsan…

Fotoğraf: http://webhamster.deviantart.com/art/Old-Door-71567903

Etiketler:

Kudos-15

25 Haziran 2008 Çarşamba Gönderen Salvia

Gözlerini kapattığında, günlerdir aklını meşgul eden soruların büyük bir kısmına yanıt verebilmiş olmanın rahatlığına sarınarak, kolayca uyudu. Dışarıda toprak, su ve rüzgar milyonlarca yıldır ara sıra yaptıkları gibi yine kazananı belli olmayacak bir kavgaya tutuşmuşlar, tüm silahlarını kuşanıp, adayı savaş alanlarının merkezi yapmış, dövüşüyorlardı. Öyle büyük bir kavga değildi onlarınkisi. Su toprağa kızmış, rüzgar da arasında kalıvermişti onların. Olan adaya oluyordu işte. Yağmur hırsla, adanın tepeliklerini dövüyor, dalgalar tüm gücüyle kıyının kayalık sahillerinde patlıyor, yerini çarpmanın şiddetiyle havada dağılmış, bembeyaz su köpükleri ve kabarcıklarına bırakıyordu. Ara sıra uzaklarda düşmeye hazırlanan bir yıldırımın çatırtısı duyuluyor, ses kulübeye ulaşmadan çok çok önce, enerjisini uygun ve uzak bir yerlere boşaltıyordu.


Adamın rüyasında bunlar yoktu. Kulübenin her yerinin sıkı sıkıya kapalı olmasına rağmen, kulaklarına kadar gelen bu seslere alışık gibi uyuyordu adam. Sadece bileğinde hissettiği acıyı duyumsuyordu biraz, o da dışarıdaki fırtına gibi, kısa bir süre sonra geçip gidecek gibiydi.

“Büyük kıta keşfedilmek üzereyken, sahilde bir şaman ve bir köpek vardı. Şaman yaklaşmakta olan dev deniz atlarına, onların kanatlarına, kanatların rüzgarda çırpınışlarına bakarak, ürperdi. Bu güne kadar hiç görmemiş olduğu bu canavarların, kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu fark ettiği andan beri, bu tümseğin üzerine çakılmış, gözlerini uzaktaki o kanat çırpan bir kaç yabansının üzerine kilitlemiş, bakıyor, bakıyor, bakıyordu. İçinde ne vardı bunların, neydi niyetleri kendilerine yaklaşırken bu kadar? Bilinmedik tanınmadık ve hiç görülmedik olan bu şeyler, ona ve kabilesine, getirip önlerine serecekleri armağanları mı taşıyorlardı, yoksa bir vahşeti kanatlarına doldurmuş, suyun yüzeyinde ve içinde, o yüzden mi böyle hırçın yüzüyorlardı? Uzun bir süredir yanında, onunla birlikte, bu garip kuşlara bakan birkaç kabile savaşçısı, sabırları taştığında, huzursuz savaş çığlıkları atıyor, oklarını, mızraklarnı, büyük deniz kuşlarına doğrultup, tüm güçleriyle onlara doğru atıyorlardı. Çok eskilerden gelen bir hikayesi vardı atalarının, bir büyük tanrı vardı o hikayede, bir gün yaptığı güçlü bir su yaratığıyla denize açılmış ve ileride çok ama çok uzun bir süre sonraya, yeniden onlarla buluşmak için, vedalaşmıştı atalarıyla. Bu geriye dönen acaba o tanrı mıydı. Yabancı olsa buralarda ne işi vardı bu yaratıkların? Kimin bu kadar büyük bir su kuşu olabilirdi ki başka, kimin olabilirdi bu dalgaları dizginleyen? Şaman susuyordu. Susması da düşünmesine engel değildi hiç. Şamanın, kendini bildi bileli bir dostu, yakın bir arkadaşı olan Kudos, Yarı panter yarı kurt karışımı bir hayvandı. Büyük büyücünün, kartal tüyünün büyülerinden çıkarılıp, hediye edilmişti kendisine çocukluğunda. Siyah ve karanlık gözleri vardı gündüz, gece ise vahşi, ateşler yanardı orada o gözlerde. Kudos, düşünmezdi hiç, sadece gerekeni yapardı olan biten karşısında ve bu gereken genellikle şamanın düşmanına ölümü getirmek olurdu kocaman ve keskin dişleriyle. Kudos çekinmezdi de hiçbir şeyden. Ama Kudos bile bu gün orada, o tümsekte, yabansı kuşlara bakarken, kendisinden daha vahşi olanı tanımış, huzursuzlanmış, içgüdülerinde tırmanan parçalama arzusunun tetiklerini nasıl düşüreceğini bir türlü bulamamıştı hala. Büyük kıta keşfediliyor olacaktı bir zaman sonra”

Yumuşak bir elin varlığını hissetti sonra. Narin kırılgan, sıcak ve sevgi dolu, kadınsı. Kadın eli gibi kokan kadın eli gibi dokunandı bu, öyleymiş gibi hissettiriyordu en azından. Etrafına baktı, Şaman ordaydı, savaşçılar hala dans ediyor havaya doğru haykırıyorlardı. Kudos hala huzursuzluğunu yenmeye çalışan bir asi gibi gözlerini çevirmişti kendisine. El alnını okşuyordu şimdi, saçlarında geziniyordu işte, ama o tümsekte bir kadına rastlayamadı gözleri. Yavaşça, kıtaya yaklaşmakta olan gemiler, silikleşmeye, kudos yatışmaya, şamanın görüntüsü titremeye başladı. Sıkıca ele sarıldı adam. Evet bu bir kadının eliydi ve o yanılmamıştı işte. Gülümsedi kadına

Etiketler:

Sen uyurken-14

22 Haziran 2008 Pazar Gönderen Salvia

İnsan, iş başa düştüğünde soğukkanlı olabiliyormuş. Kolundaki o kesiğin nasıl olduğunu hayal etmek bile bayılmama neden olacakken o kolu nasıl temizleyip sardım hala şaşırıyorum. Ben kolunu sararken hemen içindeki o küçük şımarık çocuk ortaya çıktı ve acıdığını söyledi. Çok da sıkmamıştım sargıyı halbuki ama o çocuk uzun zamandır şımartılmamıştı anlaşılan ve bu onun için nefis bir fırsattı. Gülümsedim ve sargıyı gevşettim.


Öyle bitkindin ki hemen uyuyakaldın. Yemek hazırlamak için mutfağa gidecektim ama orada oturup mavi gözlerini örten uzun kirpikli göz kapaklarını, şu kocaman bedeninin uyurken nasıl da böyle masumlaştığını izlemeyi yeğledim. Uzun süre uyanmayacağını tahmin ediyordum. Ve öyle de oldu.


Dışarıda bir sağnak başlamıştı. Denizin çırpınışınını duyabiliyordum. Korkmuyordum ne bu nereden geldiğini bilmediğim uğultulardan ne geceden ne de gökte patlayan ışıklardan ve seslerden. Sen o kanepede uyuduğun sürece hiç bir şeyden korkmayacağımı biliyordum. Bunu sana söylesem bana gülümseyerek şöyle derdin eminim: “Yakında tek başınayken de korkmamayı öğreneceksin.” Bunu neden bilmem söylemeni istemiyordum, bu yüzden sana hiç söylemedim.


Üzerine bir şeyler örttüm. Biraz ürpermiştin. Çünkü kendine sarıldın ve ben üşüdüğünü düşündüm. Usulca seni uyandırmadan üzerini örttüm. Gerçekten üşümüştün üzerine örttüğüm örtüye iyice sarıldın. Elimi hafifçe alnına koydum. Hayır ateşin yoktu. Sadece bitkin düşmüş olmalıydın.


Seni izleyerek ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum. Bir ara galiba daldım. Dalların pencerelere vurarak çıkardığı sesle kendime geldim. Pencerenin önüne gidip biraz dışarıyı izledim. Korsan ön ayaklarını pencerenin önüne koyup neye baktığımı görmeye çalıştı. Bu beni öyle çok güldürdü ki Korsan bile şaşkınlığa düştü. Biraz onunla oynadım. Sonra onunla birlikte mutfağa geçtik.


Ben bir şeyler hazırlarken bir yandan da Korsan’a geçmiş günlere dair hikayeler anlattım. Korsan garip mırıltılar çıkararak dinledi. Sence dediklerimi anlıyor muydu? Öyle bir hisse kapıldım. Sofrayı kurdum. Ve sen hala uyuyordun. Beklemeye başladım ve masanın üzerine uzattığım koluma başımı dayadım. Korsan da başını benim ayaklarıma… Sanırım ikimiz de uyuyakaldık.

Fotoğraf: http://www.bergoiata.org/fe/divers14/Sahara_after_rain.jpg

Etiketler:

O kırmızı yakışıyor kadına -13

16 Haziran 2008 Pazartesi Gönderen Salvia

Fırtına’nın ön güvertesinde, başında benim şapkam, dizlerinin dibinde Korsan, güneşe dönmüş yüzün, bana bakan sırtın, tepende martılar, sahilinde ada, içimizde koca bir okyanus, rüzgara karşı hafif tramolalarla çakıldereden dönüyoruz.. Benim bir gözüm yelkenlere astığım rüzgarlıklarda. İlk seferinde olur bazen böyle. Deniz büyülemiş olabilir yani seni.Arada bir “eğil” diye bağırmak zorunda kalmasam, orada olma ihtimalim koca bir sıfır neredeyse. Döndüğümüz her burunun ardından, burası da, diyerek bağırmaya başlıyorum. İzah etmeye ne gerek var bilmiyorum, sonuçta kıyısından geçtiğimiz her koy oldukça güzel. Geriye döndüğümüzde, doğu tarafımızda biriken bulutları ihmal etmemeye söz veriyorum, yükselipte düşen barometreye bakarak..
Fırtına dalgalarla, uzun zamandır yapmadığı güzellikte bir dansa tutuşuyor. Onun gövdesinde çatlayarak köpüklerine ayrılan her dalga, başka bir melodi, yelkenlerini havalandıran ise eteklerine dolan rüzgar oluyor.

Doluya tutulmayan ama, yağmurdan da hızlı bir biçimde kaçmayı başaramayan biz kulübenin kapısından içeriye koşarcasına girdiğimizde oldukça ıslanmıştık. Olası bir fırtına beklediğimi söyledim sonra. Barometre genelde yalan söylemezdi pek. O yüzden, Fırtınayı, yakın bir korugana çekmenin iyi olacağına karar verdiğimi de ekledim. Yardımcı olabileceği pek bir şey yoktu. Ama belki bir duş almak isteyebilirdi. Banyo yapabileceği yeri gösterdim. Bir kapısının olmaması onu rahatsız etmemeliydi korsanı saymazsak. O yüzden rahat edebilirdi. En az iki, bilemedin üç saat sonra gelebilirdim denizden. İşte sabun ordaydı. Ama o, kendi getirdiği malzemeleri kullanmayı tercih edebilirdi de. Turuncu yağmurluk, bir el feneri, yedek halat eşliğinde denize doğru koşmaya başladım.

Döndüğümde, bitkin, yorgun,ıslaktım. Kapıyı ardımdan kapatacak kadar enerjim bile kalmamıştı. Ben kulübedeydim ve güvendeydim. Fırtına da koruganda. Ocaktaki kaptan ferah buharlar yayılıyordu odaya. Nane varmış gibi içinde biraz, biraz da limonun rahatlığı. Duştan çıkmış halinle, omzuna dökülen saçların ve içinden gülen gamzelerinle, karşımda bitiverdin. Orta boylu, zayıf biraz esmer ama oldukça şefkatliydin.Yağmurluğumu çıkaracak kadar kaldıramadım ellerimi havaya. Sol kolum bileğime yakın yerinden incinmiş kanıyordu.
Botu kıyıya çekerken üzerine düştüğüm keskin kaya parçası, dikkatsizliğim, aceleci fırtına, her şeyin birikiminden dökülen damla damla kırmızı. Özetlemeye gerek varmıydı nasıl olduğunu.
Aceleyle çıkardın neyim var neyim yoksa. İlaçların yerini tarif ettim çabucak ve dikkatle ilgilendin.
Tedaviyle geçti bir süre, yara derin değildi. Ama sarılıp sarmalanmadan da olmazdı. Ben dinlenecektim oradaki kanepeye uzanıp. Geriye kalanla da sen ilgilenecektin. Kolumu çok sıktığında canım acıyor dedim, Azıcık gevşettin bağlarımı sonra. Sen yumuşattıkça ellerini, ben kolumdaki acıya boş verdim.
Sonra "gerisi beni ilgilendirir" dedin kanepeyi göstererek. "Sen uzan biraz, yemek için ben bir şeyler hazırlarım". Bunları söylerken de yeterince sadeydin.

Yanından ayrılacağım sırada, yanağında kendi lekemi gördüm, berraktı ve kıpkırmızı.. Elimle sileyim dedim. Gülümsedin. Kanepeden seyretmeye koyuldum seni sonra. Sonra düşündüm. Mavinin ruhunu, kırmızının cesaretini kurcaladım aklımda. Göz kapaklarımda ağırlığı gizleniyor bir şeylerin. Acemi ama tılsım yüklü ağırlık. Nereye dokunsa orası renkli, nereye yönelse, düş kokuyor. O kırmızı yakışıyor kadına,

Etiketler:

Keşif-12

15 Haziran 2008 Pazar Gönderen Salvia

Bana bir dolu şey anlatıp duruyorsun. Enerji panelleri, güneş ışığı ve elektrik… Tek kelimesini bile anlamıyorum çünkü bu tür şeylerle aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Düşün, ben hala televizyonun içinde küçük adamlar olduğunu sananlardanım. Tamam tamam o kadar da değil, şakaydı bu ama gerçekten bu sistemlerin nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Yine de anlamış gibi davranıyorum çünkü aptal olduğumu düşünmeni istemiyorum. Nedense?

Beni bu sistemler değil de daha çok adadaki doğal yaşam ilgilendiriyor. Teknolojinin harıl harıl işlediği bir kentten gelen biri neden bu tür sistemlerle ilgilensin ki? Ben adadaki meyve ağaçlarını, çiçekleri, deniz kıyısındaki kumların arasından bulacağım midye kabuklarını, adanın kuşlarını ve adını bilmediğim tüm hayvanları merak ediyorum.

Güzel bir bahçen var. Mısırları gösteriyorsun. Mısırların püsküllerini elime alıp sana çocukluk hikayelerimi anlatmaya koyuluyorum. Birden kendimi kocaman mısır tarlalarında buluyorum. Dedem uzaktan gülümsüyor. Ben ona koşuyorum. Onu çok özlediğimi fark ediyorum. Dilerim gözümdeki bulutlanmayı görmemişsindir. Çünkü başkalarının yanında ağlamaktan hatta gözlerimin sulanmasından nefret ederim. Bir çeşit zayıflıkmış gibi gelir bana. Öyle değildir aslında. Ben başkası ağlarken onun zayıf biri olduğunu düşünmem mesela. Ama iş insanın kendisine gelince değişiyor. İnsan ağlar oysa. Üzülünce duygulanınca ağlar. Belki burada yeniden kendi doğama döner ve ağlamak istediğimde utanmadan kendimi kötü hissetmeden ağlamayı becerebilirim. Düşündüm de; ne çok şey bekliyorum ben bu adadan. Beni bambaşka biri yapmasını ya da daha doğru bir deyişle katı ruhumun üzerindeki zırhı eritmesini. Sen bunları yapabildin mi acaba? Senin hikayeni duymayı öyle çok istiyorum ki ama bunun için daha çok erken. Ve sen öyle çabucak birine açılıp dökülecek birine hiç ama hiç benzemiyorsun. Belki zamanla ha? Eğer dost olmayı becerebilirsek…

Kocataş’tan söz ediyorsun. Ve oradaki balıklardan. Balıklar ilgimi çekiyor. Bana balıkları adlarını sayıyorsun ama kafamda hiç biri canlanmıyor. Çünkü alabalıktan başka bir balık bilmiyorum. Onu da suda yüzerken görsem tanır mıyım hiç emin değilim. Sana daha önce yemek yerken hızımı ve yemeğe olan ilgisizliği anlatmıştım. İşte balıklar da bu hıza kurban ettiklerimden. Bana balıkları yakaladıkça onların isimlerini öğreteceğini söylüyorsun. Ve hangisini seveceğimi de merak ettiğini. Gülerek yemek konusunda huysuz olduğumu düşündüğünü eğer böyle devam edersem bu adada hep aç kalacağımı söylüyorsun. Eh haksız da sayılmazsın.

Tüm gün adayı dolaşıyoruz. Anlatıyor anlatıyor ve anlatıyorsun. Dinlemekten keyif alıyorum. Ama bu ada bir günde keşfedilecek cinsten değil. Bunu şimdiden görebiliyorum. “Daha çok günler olacak" diye geçiyor içimden. "Pek çok öğleden sonrası gezisi yapacağız." Bu hoşuma gidiyor. Burada olmak yeni bir başlangıç yapmak ve bu huzuru duymak hoşuma gidiyor. Yorulup yorulmadığımı soruyorsun. Başımı sallıyor ve ekliyorum: “Hem yoruldum hem de acıktım.” Gülüyorsun. “Sana yine o salatadan yapayım mı?” diyorsun. İkimiz de gülüyoruz.

Etiketler:

Acemi adımlar - 11 -

13 Haziran 2008 Cuma Gönderen Salvia


Kulübenin çatısındaki enerji panellerinin güneşten aldığı ısıyı nasıl elektriğe çevirdiğini her ne kadar anlatamadımsa da sana, bilmiş bilmiş başını sallaman hoşuma gidiyor. İşte burası da su istasyonumuz diyorum sana. Güneşin gözlerime kaçmasını engellemek için, şapkamın siperliğini bastırıyorum alnıma. “Şimdi su nereden geliyor” u, eğilip su pompasının motorunu göstermekle açıkladım sana. Yukarıda dönen rüzgar pervanesinin, suyu birkaç metrelik bir borudan nasıl emdiğini izah etmeye çalıştım gülerek. Anlamasan da tamam diyor, suyun gelmiş olduğunu kabul ediyor,” toprağın altından geliyor yani” diyerek kestirip atıyorsun.

Aklın bahçe de mi kalmıştı ne?

Orada olgunlaşan mısırların püsküllerinden nasıl bebek yapıldığını anlatıyordun habire. Enerji odasını sevmediğin her halinden belli ki “hıhım” deyip çıkıyorsun işin içinden. Kısa öz ve net biçimde anladım ki, bu tuhaf araç gereçlerle işin hiç ama hiç olmayacak.

Adanın Kocataş’a doğru giden sahilinde, senin acemi adımlarının peşinden yürürken, bu sürdürülebilir ve doğal enerji kaynaklarının ne kadar işe yaradığı, hayatımı nasıl kolaylaştırdığını, doğaya zararsızlığını, bunları yapacağım diye harcadığım zamanı anlatıp durdum yol boyunca. İşe yarıyor bunlar işte anlasana. Oysa senin işe yaramıyor diye bir iddian bile yok.

Kocataş’ın solundan adaya doğru uzanan hafif sığlıkta nasıl balık tuttuğumu, kıyıdaki dikine iki direğin üzerine enine uzattığım diğer bir direkle yapmış olduğum sereni, ıslanan balık ağlarını kurutmakta kullandığımı, yakaladığım balıkların mevsime göre çeşitliliğini, lezzetini, hatta bunlardan birkaç tür yemek bile çıkarabildiğimi, anlattım. Ben anlattıkça içinde balık kelimesi geçen her ifademde, korsanın kulaklarını ve kuyruğunu dikerek dikkatle bize baktığına çok gülmüştün.

Neredeyse bütün bir öğleden önceyi sahilde yürüyerek geçirdik. Burada yaşayan çok sayıdaki kuş türlerinden renklerinden, yaşam biçimlerinden söz açıp, güney taraftaki ormanda yetişen mantarları, bitki köklerini, çiçekleri, meyveleri tartıştık. Okaliptüs ağaçlarının yapraklarının burada yetişen ve kahvaltıda kaynatarak içtiğimiz çayla azıcık harmanlanıp içildiğinde nasıl şifalı olduğunu anlattım sonra. Güneşin altında değildik ve sen bembeyaz yansıyordun oturduğun kumsalda. Havası güzel buranın, dediğin gibi oldukça temiz ve ferah görünüyor deniz. Oturduğumuz yerin önündeki sığlıkta, çatlayıp beyazlaşan dalgaları elinle gösteriyor, bir martı daha kondu suyun üzerine diyorsun. “Dalgalarıyla dalga mı geçiyorsun denizin” diyorum, basıyoruz kahkahayı. O martılardan o kadar çok var ki burada.

Yanımızdaki su, bittiğinden yada daha fazla susayacak olduğumuzun farkına vardığımızdan, güneş biraz etkisini yitirdiğinde çakıl dereye doğru uzanmaya karar veriyoruz. Kıyıda taş kaydırmadan da olmaz ki ama. Denizle dalganın öpüştüğü yere doğru fırlatıyorum şapkamı bir bahanem olsun diye. Önce korsan koşuyor peşinden şapkanın, ardından da ben. Geliyor musun?

Dizlerinin üstüne kadar çektiğin deniz mavisi kaprinin, sularla buluşmasına gülüyoruz seken taşları sayarken. “Ama senin kolun daha uzun ki” diyerek itiraz ediyorsun. İri siyah gözlerinle en yassı olan taşı aramak için kıyı boyunca bir o yana bir bu yana koşuşturman, korsanı eğlendiriyor. Neşe içerisinde taş aramaya koyuluyor o da. Aniden bulunan güzel siyah ve yassı olanların, karada daha fazla kalmak için artık hiç ama hiç şansı yok. Uzaklarda bir yeri nişan alıyor, gerilip olanca gücünü kullanıp, yatay bir hareketle fırlatıyorsun hemen taşı. Islanmayı sevdiğinden olacak, hemen peşinden atlıyor suya korsan. Dikkatini taşın düşeceği yere odaklamış bir biçimde hızla taşın ardından fırlıyor o da. Senin attığın taşları daha mı çok seviyor ne? Sen attıkça ben sayıyorum sekmeleri, ben attıkça da ben. Bir iki üç dört, gördün mü yedi oldu diye haykırıyorum? Güneş yüzüne vuruyor belki. Bir bana, bir taşa bakıp “göremedim bir daha at” diyorsun, eğleniyoruz.

Görsel

Etiketler:

Boca - 10 -

Gönderen Salvia

Bu adaya gelip, yerleşmeye karar vermeden önce, neredeyse bir yıla yakın zamanımı, Fırtına ile farklı denizlerde geçirdim. Gıda yenilemesi, yedek mazot almak, yelkenlerinde yada küçük motorunda bir arıza olmadıkça Fırtınanın, insan yığınlarının hükmettiği kalabalık sahillerden uzak durmaya hep özen gösterdim. Sadece bir keresinde, Tunuslu bir doktorun “vitamin eksikliğine bağlı olarak gelişen bir tür apse” teşhisi koyduğu, azı dişimin korkunç ağrısı ile baş edebilmek, tedavisini bitirip diğerlerinin kanallarına gereken uygulamaların yapılması için, olsa olsa bir ay kadar zaman harcadığımı hatırlıyorum büyük bir kentte. Adaya gelişimi de üzerine koyarsak, burada geçirdiğim zamanı da yani, uzunca bir süredir nazik olmak, nezaketli davranmak konusunda çaba sarf etmek gibi bir ihtiyacım olmamış diyebilirim. O nedenle ben, senin masaya yaklaşıp oturmak için eğilmenle birlikte, neyi nasıl yapmam gerektiği konusunda karmaşıklaştığımı hatırlıyorum. Sevinmeli miyim yoksa nazik mi olmalıyım? Bir misafir için hazırlanan yemek mi olmalı bu, yoksa misafirin kadın olmasından dolayı kaynaklanan, bir incelik mi yapmalıyım? Aklıma sorup durmadan edemiyorum ki ben. Yine onun yaptığı açıklamalara da güven duymak işime gelmiyor. Bir kadının, onun için hazırlanan bir masaya benimle oturuyor olmasının inceliklerini, çok uzun zamandır hatırlamıyor olmanın verdiği acemice hareketlerle, rahat oturabilmen için sandalyeni çekmek üzere uzatmış olduğum elimi, çabucak geriye alıp, masanın üzerine yaslanıyormuş gibi bir poz takınmakla saklıyorum saçmaladığımı. Koca şapşal diyorum içimden kendime. Yine o arada kendime, o tuhaf ve ne yapacağımı bilmeyen çocuk hallerime gülümsüyorum.

Daha da sonrası oldukça komik ama. Senin fincanına doldurduğum çayın bir parçasının üzerime dökülmesi, senin yumurtalara elini sürmemen, meyve salatasına dokunmaman, ve benim, bütün bana tuhaf gelen az evvelki davranışlarımı,sakarlıklarımı, bastırmak amacıyla bunları yemek için saldırışım. Kulaklarımdan çıkıyor acısı, yanaklarımı al basarak. Umarım bütün bunları fark etmiyorsun.

Keşke Korsan salata yiyebiliyor olsaydı diye hayıflanıyorum.

Etiketler:

Kahvaltı-9

Gönderen Salvia

Evin içi hala sabah güneşinin büyüsünü taşıyor. Dışarısının aksine buradaki ışık o kadar parlak değil. Yüzünden eksik olmayan gülümsemene bakıyorum. Bu bir sevinç işareti mi yoksa nezaket mi ya da senin yüzünün değişmez bir parçası mı kestirmeye çalışıyorum.


“Bakalım beğenecek misin?” diyorsun. “Bunları daha önce tatmadığından eminim.” Yemekle aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Hep ayaküstü acele yemekler yemiş ve çoğu zaman ne yediğimin bile farkına varamamışımdır. Sen ise tam tersini yapmış olmalısın bunca zamandır. Böyle özenle hazırlanmış bir masa, bunca yiyecek bunun işareti sanki. Hani bazı insanlar için yemek yemek törenseldir ya senin için de öyle olmalı. Muhtemelen her lokmanın tadını çıkara çıkara ağır ağır çiğniyor dilinde damağında tüm lezzetleri duyuyorsundur. Merak ediyorum gerçekten böyle mi? Bunu birazdan göreceğim.

Pencereyi gören sandalyeye yöneltiyorsun beni. Sanırım kahvaltımı ağaçlara bakarak yapmamı istiyorsun. Bu hoşuma gidiyor. Tek başına kahvaltı yaptığın zamanlarda muhtemelen bu sandalyeye oturuyorsundur. Bunca zaman bir adada tek başına yaşamış birinin ilk edineceği bencilliktir gibi gelmişti bana. Ama bu kural senin için geçerli değil anlaşılan. Ya da özelliklerin hakkında bir şey söylemek için çok mu erken? Sanırım bu çeşit hızlı tanımlamalar da eski yaşamdan kalma bir alışkanlık. Bilirsin iş yaşamında hızlı kararlar vermek gerekir. Şimdi düşünüyorum da kim bilir ne çok insanı harcadık bu tip ön tanımlamalar yüzünden.

Düşüncelerimi bir fincan çayla bölüyorsun. Zarif fincandan tüten buhar burnuma hoş bir koku taşıyor. Geçen yıl gittiğim köyün dağlarını anımsıyorum birden. Aynı huzuru duyuyorum içimde. Bitkilerin böyle tuhaf etkileri var üzerimde galiba. Düşüncelerimi huzursuzluktan yalınlığa taşımak gibi. Bunu şimdi ilk defa fark ediyorum. Masada mavi bir tabak içinde iki tane yumurta duruyor. Bunlar oldukça küçük yumurtalar. Üzerinden şekilsiz benekler var. Yumurtalara baktığımı görüp zihnimi okuyorsun. Dudaklarından “hayır tavuk yumurtası” değil sözcükleri dökülüyor. “Bu bir kuşun yumurtası mı?” diyorum. Hoşnutsuzluğum sesime yansıyor. Başını sallıyorsun. “Yani” diyorum “bir kuşun yavrularını mı yiyeceğiz?” Kahkahalarla gülüyor ve tavuk yumurtası yeyip yemediğimi soruyorsun. “Elbette” diye yanıt veriyorum. “Peki onunkiler yavru değil mi?” Kahkahaların kesilmiyor. Bozuluyorum çünkü haklısın. Ne kadar da önyargılarla dolu aklım.

Parmağımla diğer tabağı gösterip soruyorum ne olduğunu. Birkaç ottan yapılmış bir salata olduğunu söylüyorsun. Adını Karmakarışık koymuşsun çünkü içinde pek çok ot varmış. Adanın sıcak havasında ferahlık veriyormuş bu salata. Çünkü naneye benzeyen bir otu bol miktarda koyuyormuşsun. Kaşığın ucuyla alıp tadına bakıyorum. Boğazımdan kulaklarıma sonra burun deliklerime kadar bir yanma hissediyorum. Öksürmeye başlıyorum. Bir bardak su veriyorsun ve öksürüğüm kesiliyor. Yine gülüyorsun. Zamanla alışacağımı söylüyorsun. Oysa ben hiç alışabileceğimi düşünmüyorum.

Yumurtaları denemem konusunda ısrarcısın. Ama ben o an bir parça beyaz peynir için canımı verebilirim. "Biraz meyve olsaydı." diye mırıldanıyorum. Kalkıp bir kase dolusu çilek getiriyorsun. İşte bu günün ilk gülümsemesini yaşatıyor bana. Küçük yaban çilekleri. Nefis bir koku yayılıyor ağzıma. Tüm çilekleri yiyorum. Sen ise tahmin ettiğim gibi ağır ağır çiğneyerek salata yiyorsun. Şaşkın şaşkın bakıyorum. Sahi ağzında o yanmayı hissetmiyor musun? Sonra her iki yumurtayı da yiyorsun keyifle. Kaşığını her daldırışta emin olup olmadığımı soruyorsun ama başımı sallıyorum. O yumurtaları asla yemeyeceğimi biliyorum.

Kahvaltı bitiyor çaylarımızı yudumlarken “hazır mısın?” diye soruyorsun. “Neye hazır mıyım?” diye soruyorum “Adayı keşfe” diyorsun. “Elbette hazırım. Hatta meraktan ölüyorum.”

Etiketler:

Sabah ışığında-8

12 Haziran 2008 Perşembe Gönderen Salvia

Bunu çocukken de yapardım. Gözlerimi incecik bir çizgi oluşturacak şekilde açar etrafı izler, herkes uyuduğumu sanırken olan biten ne varsa her şeyi en ince ayrıntısıyla görürdüm. Şimdi de aynı şeyi yapıyorum. Ama bunu eğlenmek için değil daha çok heyecan, korku ve yabancılık karışımı bir duyguyla belki aptalca bir korunma, tanıma ve emin olma duygusuyla yapıyorum.


Biliyor musun derler ki; insanların sırtlarına baktığın zaman ona güvenip güvenmeyeceğini anlayabilirsin. Çünkü en savunmasız halleridir bu. Sana güvenmek? Hala bu konuda düşünüp durduğuma inanamıyorum. Sanki güvenmekten başka çarem varmış gibi… Bu konuyu bir daha düşünmeyeceğime dün gece uyumadan önce yeminler etmiş olmama rağmen su sabah yine aynı soruyla uyanmak da ne oluyor şimdi? Oysa dün gece kendi kendime “madem buradayım, madem böyle bir karar verdim o halde bekle ve gör” dedim. Hayata ve kadere tam bir teslimiyeti seçen insanlar her zaman kaygısız ve huzurlu yaşamazlar mı? Kaygıdan arınmak için geldiğim bir yerde yeni kaygılar edinip duran kendime küfrettim.


Odanın içine öyle tatlı bir gün ışığı dolmuş ki; tüm eşyalar sanki mucizevî büyülüymüş gibi bir hale bürünmüş. Gözlerim odanın içinde fazla gezinmeden sana takılıyor. Orada ne yaptığını anlamaya çalışıyorum. Ve bu garip kokunun ne olduğunu... Yan taraftaki kaptan çıkan buhara bakılırsa birşeyler kaynatıyorsun ama ne? Bu koku, bildiğim hiç bir şeyin kokusuna benzemiyor.


Hareketlerini izliyorum. Öyle doğal ve rahat bir halin var ki sanki varlığımdan en ufak bir tedirginliğin yok gibi. Bu gerçekten tuhaf… Ben olsaydım böyle davranabilir miydim? Yapayalnız yaşadığım bir yere, üstüne üstlük kendi evime, ne olduğunu bile bilmediğim bir yabancı gelse, şu an kanepemde uyuyor olsa böylesi bir rahatlıkla hareket edebilir miydim? Sahi böyle, yani göründüğün gibi rahat mısın, kaygısız ve umursamaz mısın? Bu basit ve her şeyden uzak yaşam insana bir güven duygusu mu aşılıyor? Ben kalabalığın, suçun ve tekinsiz sokakların bulunduğu bir kentte çok fazla zaman geçirdiğim için mi bunca güvensiz bunca korkağım? Eğer burada kalmaya devam edersem, bu ada beni çocuğu gibi kabul ederse, ben de bir gün güvenmeyi ve korkmamayı öğrenebilir miyim dersin? Kim bilir?


Hareketlerin duraksadı. Elindeki birkaç tabağı masaya bırakıp uzun uzun baktın. Gözlerin odanın içinde dolaşıyor şimdi. Göz ucuyla bana bakıyorsun. Çocuksu mavi bakışlarına şaşırıyorum. Kocaman bir adamın bedeninde çocuk gözleri diyorum. Yumuşak ve sıcak, güven veren. İçimde tuhaf bir rahatlama hissediyorum. Sanırım gülümsedim. Dilerim bunu görmemişsindir. Gülümsediğimi yani. Eğer uyumadığımı anlarsan bana dair ilk izlenimin başkalarını gözetleyen ve numaracı olacak ki bunu asla istemem.


Dışarıya çıkıyorsun. Sen kapıdan çıkar çıkmaz odanın ortasından hızla bir şey fırlıyor. Bu bir köpek. Onu daha önce nasıl fark etmediğime şaşıp kalıyorum. Köpek kapının önünde duruyor ve geri dönüp bana bakıyor. Pembe dili dışarıda, kuyruğunu sallıyor. Bu köpek gülümsüyor mu bana mı öyle geliyor? Çok tuhaf. Sonra senin ardından bakıyor. Ona işaret mi ettin yoksa o kendisi mi karar verdi bilmiyorum ama yeniden odaya dönüyor. Kalkıp onunla oynamaya başlıyorum. Evin önüne çıkıyoruz. Elimi yüzümü yıkıyorum, dağılmış saçlarımı bir toka ile toplayıveriyorum. Gidip üzerimi değiştiriyor ve yine avluya çıkıyorum. Köpek üzerime atlıyor. Oyun oynamak istiyor. Çocukluğuma birden geri dönüyorum. En son o zaman bir köpeğe bu kadar yakın oldum çünkü. Tam oyuna dalmışken uzaktan bir ses duyuyorum. Anladığım bir dilde bir şeyler söylüyorsun. Bakıp kalıyorum yüzüne. Anlıyorsun dediklerini anlamadığımı ve yine gülümsüyorsun. Yakına gelip sözlerini bu kez anlayacağım bir dilde tekrarlıyorsun: “Merhaba”

Fotoğraf: http://scoobyusa.deviantart.com/art/The-beach-52537034

Etiketler:

Kia ora - 7 -

Gönderen Salvia

Buranın, bizim oraların kekliklerine benzer, gagası turuncu, göğsü enine siyah beyaz çizgili, sırtında kahverengi, yumurtası haşlandığında, oldukça lezzetli ve besin değeri yüksek bir gıdaya dönüşen, karada yaşayan bir tür kısa kanatlı kuşu var. İyi bir kahvaltı için, onların yuvalarının civarında on, bilemedin on beş dakika dolaşmak, üzeri benekli birkaç yumurta ile ödüllendirebilir sizi. Biraz süt ve muzu bir kapta iyice çırpıp, yanında haşlanmış pirinç, taze toplanmış çilek, yine burada bolca bulunan mantarlardan birazını sıcak suyla haşlayıp, yanında haşlanmış, tane mısırla masaya koyduğunuzda, gün boyu yetecek enerjiyi depolamanız işten bile değil. Yetmiyorsa yanına, yer armudu adını, verdiğim tadı oldukça hoş –yada ben alıştığımdan bana öyle geliyor- birkaç choko da ekleyebilirsiniz. Bu adada en çok bulunan hoş bir çeşit bitki var ki, hem kokusu hem de tadı nefis. Biraz da ondan kaynattığımda çay niyetine, gün boyu açlık hissetmeyeceğiniz enerji yükünüzü almış olursunuz.

Mutfak adını verdiğim, birkaç kap birkaç kapak, bir adet duvara oyulmuş ocak, tezgah olarak kullandığım, duvara çaktığım tutacak çubukları üzerinde duran genişçe ve üzeri boyasız kalın ahşaptan ibaret olan köşeden, gerisin geriye dönüp şöyle bir göz atıyorum sana. Saçların yastık niyetine başını koyduğun, şilteye iyice dağılmış. Yüzünde yorgunluğun izleri var gibi hala. O kadar yol geldiğinden mi öylesine ağır bu yüzündeki ifade, yoksa geride bıraktığın yada bırakamayıp ta buraya getirdiklerinden mi?

Kahvaltı neredeyse hazır. Ocaktaki suyun içine, çay niyetine alacağımız, zamanında kurutmuş olduğum bitki yapraklarından bir tutam atıyorum. Artık oturup senin uyanmanı beklemekten, yada akşamdan bırakmış olduğum ağların, balık yakalayıp yakalamadığını gidip öğrenmekten başka yapacak bir şeyim yok.

Elimde, sahildeki otlardan yaptığım sicime dizdiğim, dört adet bizim oraların dülgeri, buraların John Dory’ si ile evin önüne yaklaştığımda, sen uyanmış, Korsanla birlikte ön avluda oyunlar oynuyordun. 'Kia ora' dedim sana gülümseyerek. Öyle tuhaf baktın ki yüzüme, 'yani merhaba' diye düzeltmek zorunda kaldım.

“Burayı tanımaya kelimelerden başlamak istediğini düşündüm” dedim safça. “Hıhım” dedin.

“Hoş geldin” diye ekledim ardından. Güneşin önünde duruşun, saçlarının dalgasını ışıklarla süslüyor, gözlerini seçemiyorum ama muhtemelen içi gülüyor diye düşünüyorum. “Hava hala serin biraz, içeride bizi bekleyen bir kahvaltı var” deyip kapıya doğru yürüyorum. Nazik bir “hoş geldim” cümleciği eşliğinde elini uzatıyorsun. Yumuşak, ılık, oldukça narin olan bu eli “Hoş buldum, yani umarım öyle olur, hoş bulurum” gibilerinden sıkıyorum. “Kahvaltı hazırladım" diyorum hemen. “Bir ada kahvaltısı”. Aklım oldukça karışık bir halde, önden önden yürüyüp içeriye giriyorum. Güzel bir kadın.

Etiketler:

Aklıma gelen - 6 -

Gönderen Salvia

Aklıma gelen başıma geldi sonunda. Şimdi ürkmüş, korkmuş ve adada kaçacak delik arıyor olması gereken ben -ki bu sığınılacak deliklerden oldukça fazla var burada-, uyumakta olduğun kanepemin karşısında, bir sandalyede oturuyor durumda buluyorum kendimi. Hem kendini, hem de eşyalarını oldukça dağıtmış olduğun gözlerimden kaçmıyor. Tam olarak ne zaman burada olacağını, hatta buraya kesinkes geliyor olduğunu sanırım doğru kavrayamamışım demek ki. Kavrasaydım da burada oturup gelmeni bekler miydim bu da belirgin değil aslında. Sanırım bekliyor olmamayı yeğlerdim şu an buradan uzaklaşmayı düşündüğüm gibi.

Valizini, o değerli kıyafetlerini etrafa saçıp, masamın üzerine yığman anlaşılır gibi değil.

Kapıyı itelediğimden beri, bir koku bulutunun içinde yüzüyorum. Biraz yosun, biraz kent, biraz dünya kokuyor, kalabalık yani anlayacağın ama oldukçada kadın.

Hem Korsanın kanepenin hemen yanı başında miskin pişkin uyuması da sinirime dokunuyor bilesin.

Üzerine almadığın battaniyeyi, eğilip alıyorum yerden. Dağılmış haline bakmamaya çalışarak üzerine örtüyorum. Oldukça yorulmuşsun gibi. Başımı alıp temiz havaya çıkarıyorum, dışarı.

Benim gibi, hatta benden daha da erken kalkan, oldukça konuşkan, oldukça renkli kuşları var bu adanın. Onlar uyandıktan sonra, senin uyumanın bir anlamı kalmıyor. Sen uyanmadan önce, biraz bitki toplayıp, kahvaltımsı bir şeyler hazırlamak gerekiyor. Misafir sever olmaya karar verişimin ilk adımları ile ağaçlıkların arasına doğru yollanıyorum. Korsan peşimden geliyor.

Etiketler:

Yeni güne uyanmak - 5 -

Gönderen Salvia

Uyumak için iyi, fakat uyanmak için berbat bir yer şeçmiş olmanın acısıyla kıpırdanıyorum. Güneş o kadar keskin ve belirleyici ki bu sabah, gözlerimi açsam alevlenerek tutuşacak. Sağıma dönüp kıvrılıyor, dizlerimi karnıma doğru çekip, devam etmeye çalışıyorum uykuma kaldığım yerden. Gözlerim ışığa alıştı gibi. Eğer gözleriniz açık renkliyse, oldukça aydınlık havalarda, güneş tepenizden aşağıya ışıklarını boşalttığı günlere uyanırken, bu tür durumlarla karşılaşıyor olduğuma şaşırmazsınız. Tuhaftır, yarım bırakılmış bir rüya gördüğüm yok burada yaşamaya başladığımdan beri. Burada olan her şey gibi rüyalarımda parlak, canlı ve taze. Gördüğüm her sahne huzurlu, sahneleri dolduran imgeler net ve anlaşılır. Nasıl yaşıyorsa öyle uyuyor, hissettiğini düşlüyor ya insan, yada ben öyle biliyorum ya, dinlenmiş taze ve hafiflemiş kalkıyorum uykularımdan. Ancak bu gün dışarıda uyumuş olmam, çakılderenin üzerinde oynaşan ışıkları gözlerime yansıtmasıyla, eziyete dönüşecek gibi. Karnımda açlıktan kazınıyor.


Birkaç dakika daha, tembel tembel, iyice sırnaşıyorum kıvrıldığım yere. Kollarımı başımın üzerinden geçirip yukarıya ve geriye esnetiyor, derin bir nefes alıyorum. Serin ve ferah havayı içime dolduruyorum gözlerimi kırpıştırıp. Açacağım onları biraz daha canlansalar ama ilişmiyorum. Dün gecenin hızlı adımlarından kalan tatlı yorgunluk, bacak kaslarımda dolaşıyor hissediyorum. Bir şey mi eksik?. Korsan her sabah yaptığı gibi yanıma gelip kıvrılmamış, fark ediyorum. Bir süre daha oyalanıyorum. Sabah günaydınımız bu onunla benim arasında oynanan, küçük bir oyun gibi. Gelmiyor.

Güneş daha da yükselmeden doğruldum. Çakıldere’nin denizle buluştuğu ağzına doğru yürüyüp, fırtınaya bir göz atmadan eve dönmenin iyi olmayacağını kestiriyorum. Uyandığı anda keskin düşünemiyor insan. Gece yarısı buraya gelir gelmez, battaniye almak için son kez kendisini ziyaret ettiğimde, kuzeyden esen hafif rüzgarlara baş vermiş, tatlı tatlı salınıyordu. Onu buraya, aniden bastıran fırtınalardan korunsun, altında biriken yosunlardan arınsın diye demirliyorum kullanmadığım sürece. Altı metrelik, küçük beyaz, rüzgara gönül vermiş yol arkadaşımdır o. Dolaştığımız suların kahramanı da, odur güçlü yelkenleriyle. İçinde su birikmemiş bu güzel. Tahta iskeleye gerisin geriye zıplayıp, eve doğru yöneliyorum. Oldukça uzun bir yolumuz var ve Korsan ortalarda yok.

Etiketler:

İçeride - 4 -

11 Haziran 2008 Çarşamba Gönderen Salvia

Delirmiş olmalıyım. Gerçekten delirmiş olmalıyım. Neden bazı şeyler aklımıza her şey sona erdikten sonra gelir. Tüm o konuşmalar boyunca, eşyalarımı toplayıp arkadaşlarımla vedalaşırken, son bir kez şehrin sokaklarını turlarken aklıma gelmeyenlerin hepsi şimdi zihnime doluyor. Şimdi bu kıyıda durmuş “Ya şöyleyse, ya böyleyse” diye başlayan cümleler kuruyorum. Öyle ya bu adada, seninle her şey olabilir. Kim bilir belki hayatımın sonuna bile gelmiş olabilirim. Bir aptallık sonucu kendi ölümüme kendi ayaklarımla gelmiş olabilirim. Ve bu bot benim tabutum olabilir.Ama artık bunları düşünmek için doğru bir zaman değil. Hem kaygıları geride bırakıp cesur olmaya karar verdiğim bir zamanda bu düşüncelerin anlamı da nedir? Kaçmaya çalıştığın şeyleri peşinden sürüklemiş olmak ne kadar mantıklı? “Tüm endişe ve kaygıları ardımda duran suya bırakmalıyım.” diyorum. Ve öyle de yapıyorum.


Kıyıda duruyorum. Bu ayakkabılara ihtiyacım yok artık. Çıplak ayaklarımla kumları usulca eziyorum. İnsanın önce ayakları tanımalı gittiği yerin toprağını kumunu değil mi? Oranın bir parçası olabilmek için bu şart. Kumlar ayaklarıma yabancı şimdilik, ayaklarım da kumlara. Öylece duruyorum bir süre. Ada, deniz, kumlar, gece… Ve neden sonra “artık başlamalı” diyor ve botun içinden bavulumu çıkarıyorum. Tek bir bavul. İçine tüm hayatımı sığdırdığım tek bir bavul. Önce tek değildi elbet. Benim gibi gittiği yere neredeyse evini taşıyan birinin bir bavulla yeni bir hayata başlaması olasılık dışı gibi görünmüştü gözüme. Ama o kocaman bavullara bakarken bir şeyi fark ettim. Tüm bu hengameden, kentten ve kentin üzerime yapıştırdığı, benim olmayan ama benim sandığım her şeyden kurtulmak için gittiğim bir yere kurtulmaya çalıştığım pek çok şeyi yanımda götürüyordum. Saçmalıyordum. Tüm bavulları açıp çoğunu çıkardım. Neler almamıştım ki yanıma? Makyaj malzemeleri mesela. Bir adada bir insan makyaj malzemelerini ne yapsın ki? Ama insan alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor. Kent dışında hep iş toplantılarına giden bir kadın refleks olarak ilk önce bavuluna makyaj malzemelerini koyuyor. Artık bu reflekslerden ve sürüp giden bu alışkanlık dolu hayattan kurtulma zamanı gelmedi mi? İşte tüm bunlar yüzünden tek bir bavulu ortaya koyup en temel ihtiyaçlarımı yerleştirdim içine. Bir kaç parça giysi, vazgeçemediğim birkaç kitap falan filan.

Bavulum elimde kıyıda bekliyorum. Neredesin? Ben kıyıda duruyorum ama sen yoksun. Karanlığın içinde bir ışık var. Adanın tek sakininin yani senin evin. Sen burada olmadığına göre benim oraya gelmem gerek.Yürüyorum.Gecenin içinde hoş bir koku var. Karanlıkta bitkileri ağaçları seçemiyorum ama gür bir bitki örtüsü var. Rüzgârın getirdiği bu kokular beni sarhoş ediyor. Yeni bir hayatın ilk nefesi gibi. Gülümsüyorum. El yordamıyla evinin küçük patikasını buluyorum. Bu patikanın yanında bodur bitkiler var. Bu güzel koku bunlardan geliyor olmalı. Dalgaların kıyıya vuran sesi gitgide uzaklaşıyor. Ben eve yaklaştıkça içimde korku ve heyecan karışımı bir duygu kabarıyor. Neden? Bilinmeyene atılan her adım içimizde bu duyguyu yaratmaz mı?

Evin küçük. En azından kapısında dururken öyle görünüyor. Gece beni yanıltıyor da olabilir elbet. Tahta kapıyı aralık bırakmışsın. "İçeride misin?" diye merak ediyorum. Eğer oradaysan ne diyeceğim girdiğimde? Bunu gerçekten bilemiyorum. Daha önce böyle bir şeyi hiç yapmadım ki? Başka birinden böyle bir hikaye de dinlemedim. Elim ayağıma dolanıyor. Ne söyleyeceğimi bilmediğim gibi ne hissedeceğimi de bilmiyorum.

İçerideyim. Sen yine yoksun. O kadar küçük değilmiş ev. Hafif bir ışıkla aydınlatmışsın. Bilgisayarın açık. Belki az önce buradaydın. Ama şimdi neredesin? Korkuyor muyum? Evet biraz korkuyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturuyorum. Vazodaki çiçeklere bakıyorum. Kır çiçeklerini sevdiğimi düşünüyorum. Ve kır çiçeklerinin bana her zaman basit, doğal bir yaşamı vaat ettiğini düşündüğümü anımsıyorum. Birden önü alınmaz bir yorgunluk duyuyorum. Bacaklarım sızlıyor. Tüm vücudumda tatlı bir sersemlik var. Gözkapaklarıma hakim olamıyorum artık. Şu kanepeye uzansam… Uyku… Engel olamıyorum… Göz kapaklarımmm açamıyorummmm…

Fotoğraf: http://photo4people.deviantart.com/art/Mary-Anne-s-Cottage-Door-74642826

Etiketler:

Ayın altında -3-

Gönderen Salvia


Son mesajını aldığımda, oldukça sevinmekle beraber, “onun buraya gelmesine neden olmakla,acaba iyi mi yaptım?” sorusunu sorup durdum kendime. Sahilde yaktığım ateşin başında saatlerce oturdum. Ayı yıldızları seyrettim düşünürken, dalgaların yarı karanlıkta iyice seçilebilen kıyı boyunca bembeyaz köpüklerle koşuşturmalarını. Korsanla konuştum sonra. Bir konuğumuz var dedim ona, kulaklarını kabarttı, bir arkadaşın daha olacak dedim, bilmiyorum ki köpekleri sevip sevmediğini. Düşündükçe, nelerden hoşlandığını, nelerden rahatsız olduğunu bilmediğimi fark ettim ve bu, oldukça az olan konuşmalarımızın sonucunda doğaldı. İnsanın birini, evim dediği, her şeyini geride, bir önceki yaşamında bırakıp, yeni baştan kurduğu özel dünyasına, yani sığınağına kabul etmesi, tanrım ne kadar zor. Korsan yerinden kalkıp yanıma geldi. Başını ayaklarımın dibinde bir tümseğe yaslayıp, boylu boyunca uzandı. Onu, buradaki evimi yaparken, alışveriş amacıyla gittiğim, o büyük ve gün boyu sisli kentte bulmuştum. Kendi başına dolaşan bir sokakçı’ ydı o. Neden beni takip edip peşimden hiç ayrılmadığı ise bir sır.

Onun varlığından mıdır, kendimi denizci gibi hissettiğimden yada hissettirdiğinden midir bilinmez, tekneye atladığı andan itibaren adı Korsan. Beyaz üzerinde siyah, alacalı tüyleri olan, kapkara gözlü, heyecanlı ve cesur bir yaratık, bir o kadarda sevimli.

Uzanıp, kor haline gelmiş olan ateşin üzerinden bir mısır aldım. Bunları yetiştirmeyi geçen sene denemiştim, şimdi ise yiyebiliyorum. Kent yaşamında yetiştirmeye gerek duymuyorsunuz buradaki gibi. Bir markete gidip, dilediğiniz kadarını hesaplatıp alıyorsunuz. O yüzden buradakilerin tadı bir başka.

Okumayı yeni öğrenmiş bir çocukken, okuduğum kitaplardan birinde, benimkine yakın bir öykü olduğunu anımsıyorum. “Issız ada” romanındaki kahramanın yaşamına benzetilebilir buradaki yaşamım, ama bir farkla. Burada isteyipte elde edemediğim hiçbir şey yok. Modern toplum olarak adlandırılan kalabalık yaşam, çok çok altı, bilemedin yedi saatlik mesafede. Tam olarak zorunlu bir izole edilmişlik yok anlayacağınız. İlintisiz yaşamayı sevdiğimden ve seçimimi birazda tesadüfen bu yönde kullandığımdan, sakin ve sessiz bir yaşam sürdürdüğümden bahsedebiliriz kısaca. İnsanların ayda yılda bir tekneleriyle geçerken el salladığı, okaliptüs ağaçları ve adaçayı bitkileriyle dolu, masmavi ve verimli denizi, zorda olsa içilebilen su kaynağı olan bir ada'nın, birazda konfor eklenmiş haliyle ne kadar ıssız olabildiğini varın siz düşünün. Bütün bunların yanında ada'mın Oldukça huzurlu olduğu ise bir gerçek. Senin geliyor olma ihtimalin dışında.

‘Seçimlerim’. Sanırım senin gelişinle ilgili kaygım da bu. Benim kişisel tercihimlerimin ne kadarından ödün vereceğimin yanıtlarının, hala belirgin olmayışı beni irkilten. Ancak bu minik sorun, sen buraya gelmeden de aşılamayacağına göre, sırtımı yasladığım okaliptüs ağacının bir dalına asılacak cinsten bir şey, öylede yapıyorum.

Ardından başka bir şey daha geliyor aklıma. Olmaz , yok canım diyorum kendi kendime. Ama, durmalı burada birkaç dakika. Ben sana kim olduğunu sormamakla, bir bakıma kötü, bir bakıma iyi, bir bakıma daha da iyi bir şey yapmış olabilir miyim? Aklım ve başım alabildiğine dönmeye başlıyor. Oysa bu kadar heyecana gerek olmadığını yıllardır deneyimleyen ben, her şeyden bile vazgeçmişken, işte bu vazgeçmişliğin içinden sana, aklıma gelmeyen o sorulardan birini sormadım. Ama şimdi bu soru beni, yürümeye nefes almaya, hatta gecenin belkide bir yarısı, koşmaya zorluyor.

Adanın güneyindeki dereye doğru yürümek için fenerimi arıyorum el yordamıyla. Bütün konuşmalarımızın tek tek yeniden düşünülmesi, içinde senin bir kadın olma ihtimaline uyan tüm cümlelerin, tek tek didik didik edilmesi, cımbızla çekilip ayıklanması gerekiyor bu yürüyüş boyunca. Bu konuyu en başında nasıl düşünemediğime ancak şimdi şaşıyor olmamın verdiği telaş ile, hızlı hızlı kumsalı adımlıyorum. Korsan bir önümde geziniyor bir ardımda. Onun varlığını yanımda hissetmemin veya yüklendiğim heyecanın dozundan mıdır bilinmez, arada ıslık çalıyorum. Balık avlamak için kullandığım ağları üzerine serdiğim Kocataşın yanından, yine hızlı adımlarla geçiyorum. Gece, daha bir büyük, daha bir yalnız görünüyor o heybetli kaya.

O bir kadın olamaz diyorum kendime, kendimi buna inandırmaya çalışmanın iyi olacağını düşünüyorum belki. Yine düşünüyorum ki geride bıraktığım dünyanın yüzde altmış beşini oluşturanlarda onlar. Bu adaya yerleştiğimden beri, bu adaya gelip yaşayabilme ihtimali olan bir kadını düşünmek o kadar aptalca geliyordu ki bana. İşte bu yüzden, böyle bir ihtimalin olabileceğini şimdiye kadar aklımdan bile geçirmeyişim bundan. Ama gece, ama ay, ama bu sakinlik ve huzur, bu dalgaların kumlarla olan dansı, düşündürüyor işte her şey gibi bunu da. Bu ciddiye alınacak bir sorungibi görünüyor her haliyle. Bir kadın, mutlaka yanında biraz kapris ve değişimi getirir, değiştirmeyi birde. Hem olası kışkırtmalarındanda korkmuyor değilim bedenimin. Bu ihtimal gerçek olmasın diyorum hafifçe ürepererek. Ben değişmek istemiyorum diyorum usulca kendime, ben değişmek istemiyorum diye bağırıyorum kendimi tutamayıp. Korsan şaşkın şaşkın dönüp bana bakıyor, bir ıslık çalma vakti, dilimi dudaklarımın arasına, çıkardığı melodiyi boşluğa bırakıyorum. O önüne dönüp devam ediyor yoluna, bende üfürmeye devam ediyorum ağzıma geleni denize.

Keşke demenin, keşke sorsaydım da ona göre tavır alsaydım demenin, şu andan itibaren bana hiçbir faydası yok. Hem sonra kadın olmama olasılığı da göz ardı edilmemeli. Eh öyle bile olsa, bir başka kişi ile buradaki yaşamımı paylaşmaya kalkışmamın, değişimi getireceği kesin. Uyuyacak bir yeri olacak mutlaka, bir yaşam tarzı, bir yemek yeyişi olacak yani. Nereden bakılırsa bakılsın, biriyle zamanını ve coğrafyanı ortak kullanmaya başlayacaksın bir kere. Öyleyse bir takım değişiklikler olacak ki bu doğal. Tedirgin olmanın, hayıflanmanın, korkuya kapılmanın anlamı yok o yüzden. Yalnızlığa çok mu alışmışım ne?

Hayır ben davet ederken bunu düşünmüş olmalıyım diyorum yeniden.

Tek başına yaşamın getirdiği bir çok zorluğun içinde bir şey var ki, hep olmasını umarsın ama asla olmayacağını da bilirsin bunun. Burada birileriyle yüz yüze iletişim kurmak, kente gitmediğin sürece olanaklı değil. Ayrıca kimse sana durup dururken bir sürpriz yapmaya da kalkışamaz onca mesafeyi aşıp gelmeye çekinmedikçe. İlla konuşacağım diyorsan, tek taraflı bir monologa hazırlanıp, Korsanı deneyeceksin. Kuyruğuyla yada başıyla genelliklede onaylayacak o da seni. Bu sıkça yaşandığından, konuşma ihtiyacımın beni kötürümleştirmemesi için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Adam ıssız değildi bir kere. Oldukça ıslı, sesli, ve teknoloji ile de barışıktı. Benden başka burada yaşayan yok elbette ama, kendime biraz konfor sağlamayı ihmal edecek halde bir adamda değilimdir hani. Güneş enerjisi ile elektrik elde edebiliyorum örneğin. Elde ettiğim enerjiyi de, hayatımı kolaylaştıran araç gereçlerde kullanmayı sağlamakla oldukça hoş bir düzen kurdum yani. Uydu üzerinden internet erişimi bile sağlamışım ki bu, geldiğim ülkede bile çok az insanda var. Bir mazotlu enerji üretecim, su çekmek için kullandığım rüzgar pompam bile var. Birileri ile konuşmak istediğimde interneti kullanmak, iletişim kurmak için yetiyor da artıyor bana. Ama sürprizlerle karşılaşmıyorum uzunca bir süre.

Bir sürprizin olmasını mı istemiştim peki ben. İçimde bir şeylerin, kışkırtılmayı özlemesinin bilinç altı baskısına mı yenilmiştim yoksa? Ada'nın güneyine oldukça yaklaşmış olmalıyım. Korsan, benimle arasını bir hayli açmış, ileride bir yerlerden, havlayışlarıyla bana yön vermeye çalışıyor. Çakıldere'nin sesini duyana kadar koşmaya karar veriyorum düşüncelerimi burada bırakıp.

Görsel : http://zneak.deviantart.com/art/Quiet-Island-73223313

Etiketler:

Sığınak -2-

Gönderen Salvia

Kaçıp, her şeyden uzaklaşabileceğin o yerin bir ada olabileceği fikrini seni alıştırmam, internet üzerinde zor olsa da, bunu yapabilmiştim sonunda. Buraya birilerinin gelmesinden pek keyif alacağımı düşünmememe rağmen, yaşamın seni boğmasına da izin veremezdim. Geçmişi anımsadım senin sıkıntılarında. Hayatla didişip durman, baskıların arasından çıkıp gidebileceğin yolu bulamamana seyirci kalamazdım. Güzel düşünüyordun. Güzelde ifade ediyordun düşüncelerini. Her ne kadar kullandığımız dil, anlaşabilmemizi kısıtlıyor olsa da sen anlatabiliyor ben dinleyebiliyordum. Kendi başıma yapabildiğim şeylerle bir arada olabildiğim bu eşsiz yer, artık iki kişiyi ağırlayacak sanırım. Eğer geliyorsan, ve sana yolladığım mesajları takip ediyorsan, birkaç güne kalmaz burada olacaksın. Kimsin?, nesin? Yada neyi aramaktasın bu çok belirgin değil, ayrıcada çok önemsemiyorum. Sığınacak bir liman aradığını varsaymak işime geliyor. Bir çok şeyini geride bırakıp, tüm biriktirdiğin sosyal değerlerini silip atmak kolay olmayacak dediğimde, bunu yapabileceğini ifade etmiş olman yetiyor bana. Gelirken üç şey getirebilirsin yanında ancak dediğimde, ben içimden gülüyordum bilinen bu espriye. Bir adaya gideceksen illaki üç şeyle sınırlanmak ne güzel. Umarım kaygılarınla birlikte gelmezsin demek istemiştim oysa.

Ben buraya ilk sığındığımda (sığınmak diyorum çünkü o kadar çaresiz, o kadar kırılgan bir yolcuydum ki) yaşadığım coğrafyanın bütün alışıldık değerleri ile baş etmek zorunda kalmıştım. Uzunca bir süre istediklerim ile olduğum yer arasında çelişip durmuştum. Telefonsuz iletişimsiz, işsiz ama bağımsızdım. İstediğim zamanda kalkıp sahili dolaşıyor, meyveler ve bitkilerle doyuruyordum karnımı. Günlerce sahilde uzanıp durdum bir dönem.

Sonra bir liste yaptım. Vazgeçebileceklerimin yolculuklarım boyunca adları tek tek dizili duruyordu aklımda. Ben vazgeçilmesi uygun olmayanları ekledim oraya sadece ve onu tamamladım.

Sonra en yakın limandan, o büyük kentin şaşkınlığı içinde, gereksinim duyduğum her şeyi satın aldım. Artık evim diyebileceğim bir yeri el yordamıyla, -düşlerimdekine pek benzetemesem de- inşa etmeye koyuldum. Taşın üzerine bir taş koymanın verdiği keyfini anlatamam hiç kimseye. Elimle ektiğim bir bitkinin boy atışını seyretmenin güzelliğini de. Yorulmadan, bıkmadan ve kendimden utanmadan çoğunlukla iç güdüsel bazen el yordamıyla bir yaşam kurdum kendime.

Ama bunların çoğunu ben sana anlatmadım. Birilerinin dokunmadığı şeyleri sevebileceğini düşündüğümden yapmadım bunu. Hem zaten geldiğinde benimseyip benimseyemeceğine göre iki farklı olanak sunacağım sana.

Yada kim olduğuna göre değişecek bu.

Fotoğraf: http://ahermin.deviantart.com/art/Message-in-the-Bottle-63152409

Etiketler:

Yolculuk -1-

Gönderen Salvia

Kararımı duyan herkes beni deli sanmıştı. İstanbulun insanca sakin bir sokağında son kez buluşmuştuk. Son zamanlarda her şeyden bıkmış olduğumu bilenler, üzerimdeki bu neşeli ve heyecanlı tavırlarımı keyifli bulmuş, ben neşelendikçe onlarda coşa gelmişlerdi. Her zaman olduğu gibi her kafadan bir ses, çatalların bıçaklarla olan gürültüsü masanın orta yerine biriktirilmiş boş şişeler. Serkan’dan başka yapmakta olduğum şeyi destekleyen hiç kimse olmamıştı. Deli miydim ben? Bilmediğim görmediğim bir yere, tanımadığım birinin çağrısına uyarak gidiyordum. Bu çılgınlığı hiç biri yapmazdı onlara göre. “Aklını peynir ekmekle yemek” tabiri tamda bu tür durumlar için vardı. Benim gibi ahmakların ara sıra yapabilecekleri şeyler için.

Hem diyordu çocukluk arkadaşım, “Seni çağıran kişi ile de internetten tanışmışsın. Kimdir nedir, necidir bilmiyorsun bile. İn midir cin midir bir fikrin bile yok, arkadaşım sen gerçekten kafayı yemişsin” Gülümsüyordum herkese ve yöneltilen her olumlu ifadede bir yudum alıyordum kırmızı şarabımdan. Bu zamanda işin bırakılmayacağı, geleceği düşünmek gerektiği, evlenip çoluk çocuğa karışmanın da iyi olacağı fikirlerini hiç önemsemedim. Canım çıkmıştı artık bu yaşamdan ve geriye dönesi de pek yoktu.

En sevdiğin üç şeyi yanında getir diyordu mesajında. İşine yarayacak ve olmazsa olmazlarından olan üç şeyi. Bunların ne olacağı beklide buraya gelmiş olduğunda aklına gelecektir yadsıma.

Bir bavul eşya, hayallerim ve kendimi son İstanbul gecesinden sekiz gün sonra işte bu küçük şişme botta buldum. Buraya gelişim yol boyunca onun, benim için bıraktığı rehber mesajlarıyla oldu. Nereden nereye gitmem gerektiği, hangi taşıtları kullanacağımı ve bunları bulabilmek için nereye gidip bakmam gerektiğini hep o ayarlamıştı daha önceden. Her bekleme yerine ulaştığımda, internet erişimim varsa bir mesaj atıyordum ona. Geldiğim yeri kısaca anlatıp, bir sonraki durakta, nerede konaklayacağımı, hangi taşıta bineceğimi ve nerede inmem gerektiğini soruyordum. Erişimin olmadığı yerlerde posta kutuları giriyordu devreye. En son durağım olan o kocaman şehirde bir kez daha İstanbulu yaşamış gibiydim. Sürekli bir yerlere koşuşturan insanları, bana bir şeyler satma telaşına düşen satıcıları, araçları ve boğucu gürültüsü ile bütün o şehir, olanca karmaşasını biriktirip üstüme üstüme geliyordu. Ama yine burada yaşadım bu yolculukla olan en yoğun kaygılarımı. Ardımda kocaman bir yaşam bırakmıştım. İşimi, arkadaşlarımı, evimi, bu güne kadar biriktirdiğim, acı tatlı tüm anılarımı geride bırakmanın kırılganlığı ve Yol yakınken bu maceradan vazgeçmenin olasılığı bir süre aklımı oyaladı durdu. Olacakları tahmin etmek oldukça zor fakat, olmuş olanlara baktıkça, yaşadıklarına göz attıkça, olacakları düşünmenin hiçbir anlamı olmadığını, bir şeyleri güvenceye almanın zaten mümkün olmadığını görüyor insan. Neyle karşılaşacağımı düşünerek başladığım bir yolculuk değildi bu, ben uzaklaşmak istiyordum bütün o karmaşadan ve uzaklaşabileceğim bir yer vardı bütün bunlardan. Gerisi pekte umurumda değildi hani, ne olacaksa varsın olsundu. İşte bu düşüncelerle ayrılmıştım karşılaştığım son modern topluluktan.

Şimdi şişme bir botun arka oturağında, elimde motorun yön tutma kolu, Masmavi ve uçsuz bucaksız bir denizin içinde, yanı başımda zıplayıp duran hafif dalgalar, ara sıra beni izlemekten sıkılıp, suya dalıp avlanma derdine düşen birkaç martı, yönüm batmakta olan kızıllığa doğru sakince yol almaktayım. “Olabildiğince uzakta” demişti mesajlarında, “yeterince uzakta her şeyden. Bütün gözlerden, seslerden, kavgalardan, sıkıntılardan uzaklaşırken yaklaşacaksın buraya. Sen yaklaştıkça ardında bıraktıklarından koptuğunu ve içinde yeni, her türlü kuşatılmışlıktan uzak bir yaşama beslediğin umutların yeşerdiğini hissedeceksin.”

“Ve ben seni, gelmekte olduğun bu en uzaktaki adanın sahilinde bekliyor olacağım.”

İlk fark ettiğimde küçücük bir karaltı gibi duran silüete gittikçe daha fazla yaklaşıyorum. Batan güneşin ardından loşlaşıyor her şey, ve ada daha bir karanlıklaşıyor ben yaklaştıkça. İçimde beklemediğim bir heyecan. Sana dair bu güne kadar sormadığım bir sürü soru kuşatıyor aklımı. Kiminle karşılaşacağıma ait sorular tam bir bilinmeze dönüyor artık bende. Ne sen sormuştun ne ben söylemiştim kim olduğumu ve bende sana sormamıştım. O zamanlar gerek duymadığımız bu sorular şimdi başımı döndürüyor. Keşke sorsaydım diye düşünüyorum. Ama bir beklenti içerisinde olmamanın dayanılmaz hafifliği sarmalıyor beni yeniden. Kimse kim diyorum usulca, aksi yada çekilmezdir en fazla, en fazla olacağı geriye dönmek olur ki bu düşünceyi hiç sevmedim adanın muhteşem görünüşü karşımda oluşurken.

Botun ucunu belirginleşen ışığa doğru yöneltiyorum.

Fotoğraf: http://tfavretto.deviantart.com/art/Island-Cabin-51632266

Etiketler: