<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/3216149817626282103?origin\x3dhttp://adasalvia.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script>

Yolculuk -1-

Kararımı duyan herkes beni deli sanmıştı. İstanbulun insanca sakin bir sokağında son kez buluşmuştuk. Son zamanlarda her şeyden bıkmış olduğumu bilenler, üzerimdeki bu neşeli ve heyecanlı tavırlarımı keyifli bulmuş, ben neşelendikçe onlarda coşa gelmişlerdi. Her zaman olduğu gibi her kafadan bir ses, çatalların bıçaklarla olan gürültüsü masanın orta yerine biriktirilmiş boş şişeler. Serkan’dan başka yapmakta olduğum şeyi destekleyen hiç kimse olmamıştı. Deli miydim ben? Bilmediğim görmediğim bir yere, tanımadığım birinin çağrısına uyarak gidiyordum. Bu çılgınlığı hiç biri yapmazdı onlara göre. “Aklını peynir ekmekle yemek” tabiri tamda bu tür durumlar için vardı. Benim gibi ahmakların ara sıra yapabilecekleri şeyler için.

Hem diyordu çocukluk arkadaşım, “Seni çağıran kişi ile de internetten tanışmışsın. Kimdir nedir, necidir bilmiyorsun bile. İn midir cin midir bir fikrin bile yok, arkadaşım sen gerçekten kafayı yemişsin” Gülümsüyordum herkese ve yöneltilen her olumlu ifadede bir yudum alıyordum kırmızı şarabımdan. Bu zamanda işin bırakılmayacağı, geleceği düşünmek gerektiği, evlenip çoluk çocuğa karışmanın da iyi olacağı fikirlerini hiç önemsemedim. Canım çıkmıştı artık bu yaşamdan ve geriye dönesi de pek yoktu.

En sevdiğin üç şeyi yanında getir diyordu mesajında. İşine yarayacak ve olmazsa olmazlarından olan üç şeyi. Bunların ne olacağı beklide buraya gelmiş olduğunda aklına gelecektir yadsıma.

Bir bavul eşya, hayallerim ve kendimi son İstanbul gecesinden sekiz gün sonra işte bu küçük şişme botta buldum. Buraya gelişim yol boyunca onun, benim için bıraktığı rehber mesajlarıyla oldu. Nereden nereye gitmem gerektiği, hangi taşıtları kullanacağımı ve bunları bulabilmek için nereye gidip bakmam gerektiğini hep o ayarlamıştı daha önceden. Her bekleme yerine ulaştığımda, internet erişimim varsa bir mesaj atıyordum ona. Geldiğim yeri kısaca anlatıp, bir sonraki durakta, nerede konaklayacağımı, hangi taşıta bineceğimi ve nerede inmem gerektiğini soruyordum. Erişimin olmadığı yerlerde posta kutuları giriyordu devreye. En son durağım olan o kocaman şehirde bir kez daha İstanbulu yaşamış gibiydim. Sürekli bir yerlere koşuşturan insanları, bana bir şeyler satma telaşına düşen satıcıları, araçları ve boğucu gürültüsü ile bütün o şehir, olanca karmaşasını biriktirip üstüme üstüme geliyordu. Ama yine burada yaşadım bu yolculukla olan en yoğun kaygılarımı. Ardımda kocaman bir yaşam bırakmıştım. İşimi, arkadaşlarımı, evimi, bu güne kadar biriktirdiğim, acı tatlı tüm anılarımı geride bırakmanın kırılganlığı ve Yol yakınken bu maceradan vazgeçmenin olasılığı bir süre aklımı oyaladı durdu. Olacakları tahmin etmek oldukça zor fakat, olmuş olanlara baktıkça, yaşadıklarına göz attıkça, olacakları düşünmenin hiçbir anlamı olmadığını, bir şeyleri güvenceye almanın zaten mümkün olmadığını görüyor insan. Neyle karşılaşacağımı düşünerek başladığım bir yolculuk değildi bu, ben uzaklaşmak istiyordum bütün o karmaşadan ve uzaklaşabileceğim bir yer vardı bütün bunlardan. Gerisi pekte umurumda değildi hani, ne olacaksa varsın olsundu. İşte bu düşüncelerle ayrılmıştım karşılaştığım son modern topluluktan.

Şimdi şişme bir botun arka oturağında, elimde motorun yön tutma kolu, Masmavi ve uçsuz bucaksız bir denizin içinde, yanı başımda zıplayıp duran hafif dalgalar, ara sıra beni izlemekten sıkılıp, suya dalıp avlanma derdine düşen birkaç martı, yönüm batmakta olan kızıllığa doğru sakince yol almaktayım. “Olabildiğince uzakta” demişti mesajlarında, “yeterince uzakta her şeyden. Bütün gözlerden, seslerden, kavgalardan, sıkıntılardan uzaklaşırken yaklaşacaksın buraya. Sen yaklaştıkça ardında bıraktıklarından koptuğunu ve içinde yeni, her türlü kuşatılmışlıktan uzak bir yaşama beslediğin umutların yeşerdiğini hissedeceksin.”

“Ve ben seni, gelmekte olduğun bu en uzaktaki adanın sahilinde bekliyor olacağım.”

İlk fark ettiğimde küçücük bir karaltı gibi duran silüete gittikçe daha fazla yaklaşıyorum. Batan güneşin ardından loşlaşıyor her şey, ve ada daha bir karanlıklaşıyor ben yaklaştıkça. İçimde beklemediğim bir heyecan. Sana dair bu güne kadar sormadığım bir sürü soru kuşatıyor aklımı. Kiminle karşılaşacağıma ait sorular tam bir bilinmeze dönüyor artık bende. Ne sen sormuştun ne ben söylemiştim kim olduğumu ve bende sana sormamıştım. O zamanlar gerek duymadığımız bu sorular şimdi başımı döndürüyor. Keşke sorsaydım diye düşünüyorum. Ama bir beklenti içerisinde olmamanın dayanılmaz hafifliği sarmalıyor beni yeniden. Kimse kim diyorum usulca, aksi yada çekilmezdir en fazla, en fazla olacağı geriye dönmek olur ki bu düşünceyi hiç sevmedim adanın muhteşem görünüşü karşımda oluşurken.

Botun ucunu belirginleşen ışığa doğru yöneltiyorum.

Fotoğraf: http://tfavretto.deviantart.com/art/Island-Cabin-51632266

Etiketler:

“Yolculuk -1-”

  1. Anonymous Adsız Says:

    bir yaşamdan bir adaya kaçış, bi sırt dönüş ve yeni bir karşılama belkide..merakla okuyacağım devamını şimdi..