<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d3216149817626282103\x26blogName\x3dSalvia\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://adasalvia.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://adasalvia.blogspot.com/\x26vt\x3d6379591138081927475', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Ruya-17

5 Temmuz 2008 Cumartesi Gönderen Salvia

Yüzünde sakin bir ifade vardı. Sanki biraz önce yataktan kalkmış ve bir iki adım atıp odanın ortasına gelmiş gibi. Tüm olup biten benim aklımın içinde olmuş gibi. Dalmış mıydım, uyuya mı kalmıştım ve olup biten rüya mıydı? Belki, belki de değil?


Sen odanın ortasında durmuş dağılmış saçlarını karıştırıyordun. Yanakların uykudan yeni uyanmış bir çocuğunkiler gibi pembeleşmişti. Gülümsedin ve tek söz etmedin. Masanın üzerindekilere baktın. Sonrada pencereye. Yağmur durmuştu. Sessizlik kaplamıştı yeri göğü. Ben ise şaşkındım. Hala az önce olup bitenlerin gerçek mi rüya mı olduğuna karar vermeye çalışıyordum. Sana anlatmayı istedim ama korktum deli olduğumu düşüneceğinden. Ve bu yüzden susmaya ve hareketlerini takip etmeye karar verdim.


Endişelenmeye başlamıştım. Daha önce böyle bir şey yaşamadığımdan olsa gerekti bu endişe. Hiç rüya ve gerçek arasındaki o ince çizgide yürümemiştim ki? Daha önce hiç böyle bir kararsızlığa düşmemiştim ki? Eğer bu bir rüya ise bunu aklımın içinde bu kadar gerçekçi kılan neydi? Ve bu kadar elle tutulur gözle görülür kılan… Bilemiyordum. İyiden iyiye karışmıştı aklım.


Rüya olduğundan emin oldum iyice düşününce. Sen odanın ortasında böyle sakin dururken ve Korsan hala ayaklarımın dibinde uyurken az önce kapıdan girdiğiniz yanılsamasını ancak zihnimin içinde görmüş olabilirdim. Bir bardak su içip soluğumu toparladım. Demlediğim çayı ısınsın diye ocağa koydum. Ve bir sandalye çekip oturdum.

Odadan ne zaman çıktığını fark etmemiştim tüm bunlar aklımdan geçerken. “Neyin var senin?” diyen sesinle kendime geldim. Elindeki havluyla yüzünü kuruluyordun. Saçlarını ıslatmış elinle düzeltmiştin. Kolunu işaret edip acıyıp acımadığını sordum lafı değiştirmek için. Çünkü sana neyim olduğunu söyleyecek halde değildim. Çünkü ben bile bilmiyordum neyim olduğunu. Yorgundum herhalde ve aklım karışmıştı. İnsanın aklı karışık olduğu vakit zihin oyun oynamaz mıydı? Oynardı herhalde.


“Açsındır” dedim masayı işaret ederek. “Hem de kurtlar gibi” diyerek oturdun. Masanın üzerinde pek fazla bir şey yoktu. Bulabildiklerimi koymuştum sofraya. Bu yeni yemek alışkanlığını henüz kazanamamıştım. Neler yenir neler yenmez ne nerede bulunur hiçbir fikrim yoktu. Zamanla öğrenirim diye geçti aklımdan. “Mutfak konusunda pek becerikli değiliz anlaşılan” diyerek gülümsedin. Güldüm. “Sen beni kendi mutfağımda gör bir de” dedim.


İştahla yiyordun. Ve ben hiç aç değildim. Ama seni izlemek keyif veriyordu. Uzun zamandır böyle keyifle yemek yiyen birini görmediğimi düşündüm çayımı içerken. Yemeğini bitirdiğinde sorunu yineledin: “Neyin var söylesene?” Başımı salladım yok bir şey anlamında yorgunum diye geçiştirdim. “Evet” dedin “farkındayım. Gözlerimi araladığımda masaya dayanmış uyuyordun.” Demek bir rüyaydı diye geçti aklımdan. İyi ama nasıl bu kadar gerçekçiydi? Ve bu rüyanın anlamı neydi? Rüyamda seni öyle çılgınca koşturan beni öyle endişe içinde bekleten neydi? Bilemedim.

Etiketler:

Kapı-16

28 Haziran 2008 Cumartesi Gönderen Salvia

Belki de gördüğün bir rüya değildi. Bunu kim bilebilir ki? Aniden uyanıp tek söz bile etmeden kapıdan fırlayan bir adamın arkasından bakarken aklımdan bu geçti. Yüzünde endişeden daha başka bilemediğim bir anlam vardı. Belli ki Korsan da alışık değildi seni böyle görmeye o da şaşkın bir ifadeyle ardından baktı.


Islak ellerimi kurulayıp evin önüne çıktım. Çoktan gözden yitmiştin gecenin karanlığında. Öylece bekledik seni, ben ve Korsan. Biraz bahçede dolaştık, biraz oturduk, biraz geleceğini tahmin ettiğimiz yöne baktık. Neredeydin ve ne yapıyordun? Seni böyle irkilten neydi, bilemedik.


Sonra ılık bir rüzgar esti. Gökte dolunay parladı. Tüm bulutların bu kadar hızlı dağılmış olmasına şaşırdım. Hala ıslak olan toprağın üzerinde çıplak ayakla yürürken bunu en son ne zaman yaptığımı anımsamaya çalıştım ama bulamadım. Neden sonra bir ürperti kapladı içimi. Bilinmez bir ürperti. Burada böyle tek başıma kalmış olmaktan belki… Bilemedim.


Bir bardak sıcak çay alsam iyi gelir diye düşündüm. İçeriye girip kapıyı kapadım. Korsana bakındım ortalıkta yoktu. Dışarıya baktım orada da…Ürperti iyice gelip yerleşti içime. Son dalımı da kaybettim sandım. Belli ki o endişesine daha fazla dayanamayıp peşinden gitmişti. Ve muhtemelen seni bulmuştu.


İkinizi merak ettim ve aklımın içinde ikinizi birbirinize emanet ettim. Koltuğa uzanıp uyumaya çalıştım. Çünkü beklemekten ve endişelenmekten bitkin düşmüştüm. Kendimi o karanlığın kollarına bırakırsam zaman hızlanır ve dönersiniz diye düşündüm. Uyku tutmadı, dışarıda bir şey çıtırdadı ben iyice büzüldüm.


Böyle beklemekten ve korkmaktan sıkıldım. Seni aramaya karar verdim. Korsan’ın yaptığı gibi tamamen içgüdülerime güvenecektim. Kapıyı açtım ve karşımdaydın… Sen ve Korsan…

Fotoğraf: http://webhamster.deviantart.com/art/Old-Door-71567903

Etiketler:

Kudos-15

25 Haziran 2008 Çarşamba Gönderen Salvia

Gözlerini kapattığında, günlerdir aklını meşgul eden soruların büyük bir kısmına yanıt verebilmiş olmanın rahatlığına sarınarak, kolayca uyudu. Dışarıda toprak, su ve rüzgar milyonlarca yıldır ara sıra yaptıkları gibi yine kazananı belli olmayacak bir kavgaya tutuşmuşlar, tüm silahlarını kuşanıp, adayı savaş alanlarının merkezi yapmış, dövüşüyorlardı. Öyle büyük bir kavga değildi onlarınkisi. Su toprağa kızmış, rüzgar da arasında kalıvermişti onların. Olan adaya oluyordu işte. Yağmur hırsla, adanın tepeliklerini dövüyor, dalgalar tüm gücüyle kıyının kayalık sahillerinde patlıyor, yerini çarpmanın şiddetiyle havada dağılmış, bembeyaz su köpükleri ve kabarcıklarına bırakıyordu. Ara sıra uzaklarda düşmeye hazırlanan bir yıldırımın çatırtısı duyuluyor, ses kulübeye ulaşmadan çok çok önce, enerjisini uygun ve uzak bir yerlere boşaltıyordu.


Adamın rüyasında bunlar yoktu. Kulübenin her yerinin sıkı sıkıya kapalı olmasına rağmen, kulaklarına kadar gelen bu seslere alışık gibi uyuyordu adam. Sadece bileğinde hissettiği acıyı duyumsuyordu biraz, o da dışarıdaki fırtına gibi, kısa bir süre sonra geçip gidecek gibiydi.

“Büyük kıta keşfedilmek üzereyken, sahilde bir şaman ve bir köpek vardı. Şaman yaklaşmakta olan dev deniz atlarına, onların kanatlarına, kanatların rüzgarda çırpınışlarına bakarak, ürperdi. Bu güne kadar hiç görmemiş olduğu bu canavarların, kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu fark ettiği andan beri, bu tümseğin üzerine çakılmış, gözlerini uzaktaki o kanat çırpan bir kaç yabansının üzerine kilitlemiş, bakıyor, bakıyor, bakıyordu. İçinde ne vardı bunların, neydi niyetleri kendilerine yaklaşırken bu kadar? Bilinmedik tanınmadık ve hiç görülmedik olan bu şeyler, ona ve kabilesine, getirip önlerine serecekleri armağanları mı taşıyorlardı, yoksa bir vahşeti kanatlarına doldurmuş, suyun yüzeyinde ve içinde, o yüzden mi böyle hırçın yüzüyorlardı? Uzun bir süredir yanında, onunla birlikte, bu garip kuşlara bakan birkaç kabile savaşçısı, sabırları taştığında, huzursuz savaş çığlıkları atıyor, oklarını, mızraklarnı, büyük deniz kuşlarına doğrultup, tüm güçleriyle onlara doğru atıyorlardı. Çok eskilerden gelen bir hikayesi vardı atalarının, bir büyük tanrı vardı o hikayede, bir gün yaptığı güçlü bir su yaratığıyla denize açılmış ve ileride çok ama çok uzun bir süre sonraya, yeniden onlarla buluşmak için, vedalaşmıştı atalarıyla. Bu geriye dönen acaba o tanrı mıydı. Yabancı olsa buralarda ne işi vardı bu yaratıkların? Kimin bu kadar büyük bir su kuşu olabilirdi ki başka, kimin olabilirdi bu dalgaları dizginleyen? Şaman susuyordu. Susması da düşünmesine engel değildi hiç. Şamanın, kendini bildi bileli bir dostu, yakın bir arkadaşı olan Kudos, Yarı panter yarı kurt karışımı bir hayvandı. Büyük büyücünün, kartal tüyünün büyülerinden çıkarılıp, hediye edilmişti kendisine çocukluğunda. Siyah ve karanlık gözleri vardı gündüz, gece ise vahşi, ateşler yanardı orada o gözlerde. Kudos, düşünmezdi hiç, sadece gerekeni yapardı olan biten karşısında ve bu gereken genellikle şamanın düşmanına ölümü getirmek olurdu kocaman ve keskin dişleriyle. Kudos çekinmezdi de hiçbir şeyden. Ama Kudos bile bu gün orada, o tümsekte, yabansı kuşlara bakarken, kendisinden daha vahşi olanı tanımış, huzursuzlanmış, içgüdülerinde tırmanan parçalama arzusunun tetiklerini nasıl düşüreceğini bir türlü bulamamıştı hala. Büyük kıta keşfediliyor olacaktı bir zaman sonra”

Yumuşak bir elin varlığını hissetti sonra. Narin kırılgan, sıcak ve sevgi dolu, kadınsı. Kadın eli gibi kokan kadın eli gibi dokunandı bu, öyleymiş gibi hissettiriyordu en azından. Etrafına baktı, Şaman ordaydı, savaşçılar hala dans ediyor havaya doğru haykırıyorlardı. Kudos hala huzursuzluğunu yenmeye çalışan bir asi gibi gözlerini çevirmişti kendisine. El alnını okşuyordu şimdi, saçlarında geziniyordu işte, ama o tümsekte bir kadına rastlayamadı gözleri. Yavaşça, kıtaya yaklaşmakta olan gemiler, silikleşmeye, kudos yatışmaya, şamanın görüntüsü titremeye başladı. Sıkıca ele sarıldı adam. Evet bu bir kadının eliydi ve o yanılmamıştı işte. Gülümsedi kadına

Etiketler:

Sen uyurken-14

22 Haziran 2008 Pazar Gönderen Salvia

İnsan, iş başa düştüğünde soğukkanlı olabiliyormuş. Kolundaki o kesiğin nasıl olduğunu hayal etmek bile bayılmama neden olacakken o kolu nasıl temizleyip sardım hala şaşırıyorum. Ben kolunu sararken hemen içindeki o küçük şımarık çocuk ortaya çıktı ve acıdığını söyledi. Çok da sıkmamıştım sargıyı halbuki ama o çocuk uzun zamandır şımartılmamıştı anlaşılan ve bu onun için nefis bir fırsattı. Gülümsedim ve sargıyı gevşettim.


Öyle bitkindin ki hemen uyuyakaldın. Yemek hazırlamak için mutfağa gidecektim ama orada oturup mavi gözlerini örten uzun kirpikli göz kapaklarını, şu kocaman bedeninin uyurken nasıl da böyle masumlaştığını izlemeyi yeğledim. Uzun süre uyanmayacağını tahmin ediyordum. Ve öyle de oldu.


Dışarıda bir sağnak başlamıştı. Denizin çırpınışınını duyabiliyordum. Korkmuyordum ne bu nereden geldiğini bilmediğim uğultulardan ne geceden ne de gökte patlayan ışıklardan ve seslerden. Sen o kanepede uyuduğun sürece hiç bir şeyden korkmayacağımı biliyordum. Bunu sana söylesem bana gülümseyerek şöyle derdin eminim: “Yakında tek başınayken de korkmamayı öğreneceksin.” Bunu neden bilmem söylemeni istemiyordum, bu yüzden sana hiç söylemedim.


Üzerine bir şeyler örttüm. Biraz ürpermiştin. Çünkü kendine sarıldın ve ben üşüdüğünü düşündüm. Usulca seni uyandırmadan üzerini örttüm. Gerçekten üşümüştün üzerine örttüğüm örtüye iyice sarıldın. Elimi hafifçe alnına koydum. Hayır ateşin yoktu. Sadece bitkin düşmüş olmalıydın.


Seni izleyerek ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum. Bir ara galiba daldım. Dalların pencerelere vurarak çıkardığı sesle kendime geldim. Pencerenin önüne gidip biraz dışarıyı izledim. Korsan ön ayaklarını pencerenin önüne koyup neye baktığımı görmeye çalıştı. Bu beni öyle çok güldürdü ki Korsan bile şaşkınlığa düştü. Biraz onunla oynadım. Sonra onunla birlikte mutfağa geçtik.


Ben bir şeyler hazırlarken bir yandan da Korsan’a geçmiş günlere dair hikayeler anlattım. Korsan garip mırıltılar çıkararak dinledi. Sence dediklerimi anlıyor muydu? Öyle bir hisse kapıldım. Sofrayı kurdum. Ve sen hala uyuyordun. Beklemeye başladım ve masanın üzerine uzattığım koluma başımı dayadım. Korsan da başını benim ayaklarıma… Sanırım ikimiz de uyuyakaldık.

Fotoğraf: http://www.bergoiata.org/fe/divers14/Sahara_after_rain.jpg

Etiketler:

O kırmızı yakışıyor kadına -13

16 Haziran 2008 Pazartesi Gönderen Salvia

Fırtına’nın ön güvertesinde, başında benim şapkam, dizlerinin dibinde Korsan, güneşe dönmüş yüzün, bana bakan sırtın, tepende martılar, sahilinde ada, içimizde koca bir okyanus, rüzgara karşı hafif tramolalarla çakıldereden dönüyoruz.. Benim bir gözüm yelkenlere astığım rüzgarlıklarda. İlk seferinde olur bazen böyle. Deniz büyülemiş olabilir yani seni.Arada bir “eğil” diye bağırmak zorunda kalmasam, orada olma ihtimalim koca bir sıfır neredeyse. Döndüğümüz her burunun ardından, burası da, diyerek bağırmaya başlıyorum. İzah etmeye ne gerek var bilmiyorum, sonuçta kıyısından geçtiğimiz her koy oldukça güzel. Geriye döndüğümüzde, doğu tarafımızda biriken bulutları ihmal etmemeye söz veriyorum, yükselipte düşen barometreye bakarak..
Fırtına dalgalarla, uzun zamandır yapmadığı güzellikte bir dansa tutuşuyor. Onun gövdesinde çatlayarak köpüklerine ayrılan her dalga, başka bir melodi, yelkenlerini havalandıran ise eteklerine dolan rüzgar oluyor.

Doluya tutulmayan ama, yağmurdan da hızlı bir biçimde kaçmayı başaramayan biz kulübenin kapısından içeriye koşarcasına girdiğimizde oldukça ıslanmıştık. Olası bir fırtına beklediğimi söyledim sonra. Barometre genelde yalan söylemezdi pek. O yüzden, Fırtınayı, yakın bir korugana çekmenin iyi olacağına karar verdiğimi de ekledim. Yardımcı olabileceği pek bir şey yoktu. Ama belki bir duş almak isteyebilirdi. Banyo yapabileceği yeri gösterdim. Bir kapısının olmaması onu rahatsız etmemeliydi korsanı saymazsak. O yüzden rahat edebilirdi. En az iki, bilemedin üç saat sonra gelebilirdim denizden. İşte sabun ordaydı. Ama o, kendi getirdiği malzemeleri kullanmayı tercih edebilirdi de. Turuncu yağmurluk, bir el feneri, yedek halat eşliğinde denize doğru koşmaya başladım.

Döndüğümde, bitkin, yorgun,ıslaktım. Kapıyı ardımdan kapatacak kadar enerjim bile kalmamıştı. Ben kulübedeydim ve güvendeydim. Fırtına da koruganda. Ocaktaki kaptan ferah buharlar yayılıyordu odaya. Nane varmış gibi içinde biraz, biraz da limonun rahatlığı. Duştan çıkmış halinle, omzuna dökülen saçların ve içinden gülen gamzelerinle, karşımda bitiverdin. Orta boylu, zayıf biraz esmer ama oldukça şefkatliydin.Yağmurluğumu çıkaracak kadar kaldıramadım ellerimi havaya. Sol kolum bileğime yakın yerinden incinmiş kanıyordu.
Botu kıyıya çekerken üzerine düştüğüm keskin kaya parçası, dikkatsizliğim, aceleci fırtına, her şeyin birikiminden dökülen damla damla kırmızı. Özetlemeye gerek varmıydı nasıl olduğunu.
Aceleyle çıkardın neyim var neyim yoksa. İlaçların yerini tarif ettim çabucak ve dikkatle ilgilendin.
Tedaviyle geçti bir süre, yara derin değildi. Ama sarılıp sarmalanmadan da olmazdı. Ben dinlenecektim oradaki kanepeye uzanıp. Geriye kalanla da sen ilgilenecektin. Kolumu çok sıktığında canım acıyor dedim, Azıcık gevşettin bağlarımı sonra. Sen yumuşattıkça ellerini, ben kolumdaki acıya boş verdim.
Sonra "gerisi beni ilgilendirir" dedin kanepeyi göstererek. "Sen uzan biraz, yemek için ben bir şeyler hazırlarım". Bunları söylerken de yeterince sadeydin.

Yanından ayrılacağım sırada, yanağında kendi lekemi gördüm, berraktı ve kıpkırmızı.. Elimle sileyim dedim. Gülümsedin. Kanepeden seyretmeye koyuldum seni sonra. Sonra düşündüm. Mavinin ruhunu, kırmızının cesaretini kurcaladım aklımda. Göz kapaklarımda ağırlığı gizleniyor bir şeylerin. Acemi ama tılsım yüklü ağırlık. Nereye dokunsa orası renkli, nereye yönelse, düş kokuyor. O kırmızı yakışıyor kadına,

Etiketler:

Keşif-12

15 Haziran 2008 Pazar Gönderen Salvia

Bana bir dolu şey anlatıp duruyorsun. Enerji panelleri, güneş ışığı ve elektrik… Tek kelimesini bile anlamıyorum çünkü bu tür şeylerle aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Düşün, ben hala televizyonun içinde küçük adamlar olduğunu sananlardanım. Tamam tamam o kadar da değil, şakaydı bu ama gerçekten bu sistemlerin nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Yine de anlamış gibi davranıyorum çünkü aptal olduğumu düşünmeni istemiyorum. Nedense?

Beni bu sistemler değil de daha çok adadaki doğal yaşam ilgilendiriyor. Teknolojinin harıl harıl işlediği bir kentten gelen biri neden bu tür sistemlerle ilgilensin ki? Ben adadaki meyve ağaçlarını, çiçekleri, deniz kıyısındaki kumların arasından bulacağım midye kabuklarını, adanın kuşlarını ve adını bilmediğim tüm hayvanları merak ediyorum.

Güzel bir bahçen var. Mısırları gösteriyorsun. Mısırların püsküllerini elime alıp sana çocukluk hikayelerimi anlatmaya koyuluyorum. Birden kendimi kocaman mısır tarlalarında buluyorum. Dedem uzaktan gülümsüyor. Ben ona koşuyorum. Onu çok özlediğimi fark ediyorum. Dilerim gözümdeki bulutlanmayı görmemişsindir. Çünkü başkalarının yanında ağlamaktan hatta gözlerimin sulanmasından nefret ederim. Bir çeşit zayıflıkmış gibi gelir bana. Öyle değildir aslında. Ben başkası ağlarken onun zayıf biri olduğunu düşünmem mesela. Ama iş insanın kendisine gelince değişiyor. İnsan ağlar oysa. Üzülünce duygulanınca ağlar. Belki burada yeniden kendi doğama döner ve ağlamak istediğimde utanmadan kendimi kötü hissetmeden ağlamayı becerebilirim. Düşündüm de; ne çok şey bekliyorum ben bu adadan. Beni bambaşka biri yapmasını ya da daha doğru bir deyişle katı ruhumun üzerindeki zırhı eritmesini. Sen bunları yapabildin mi acaba? Senin hikayeni duymayı öyle çok istiyorum ki ama bunun için daha çok erken. Ve sen öyle çabucak birine açılıp dökülecek birine hiç ama hiç benzemiyorsun. Belki zamanla ha? Eğer dost olmayı becerebilirsek…

Kocataş’tan söz ediyorsun. Ve oradaki balıklardan. Balıklar ilgimi çekiyor. Bana balıkları adlarını sayıyorsun ama kafamda hiç biri canlanmıyor. Çünkü alabalıktan başka bir balık bilmiyorum. Onu da suda yüzerken görsem tanır mıyım hiç emin değilim. Sana daha önce yemek yerken hızımı ve yemeğe olan ilgisizliği anlatmıştım. İşte balıklar da bu hıza kurban ettiklerimden. Bana balıkları yakaladıkça onların isimlerini öğreteceğini söylüyorsun. Ve hangisini seveceğimi de merak ettiğini. Gülerek yemek konusunda huysuz olduğumu düşündüğünü eğer böyle devam edersem bu adada hep aç kalacağımı söylüyorsun. Eh haksız da sayılmazsın.

Tüm gün adayı dolaşıyoruz. Anlatıyor anlatıyor ve anlatıyorsun. Dinlemekten keyif alıyorum. Ama bu ada bir günde keşfedilecek cinsten değil. Bunu şimdiden görebiliyorum. “Daha çok günler olacak" diye geçiyor içimden. "Pek çok öğleden sonrası gezisi yapacağız." Bu hoşuma gidiyor. Burada olmak yeni bir başlangıç yapmak ve bu huzuru duymak hoşuma gidiyor. Yorulup yorulmadığımı soruyorsun. Başımı sallıyor ve ekliyorum: “Hem yoruldum hem de acıktım.” Gülüyorsun. “Sana yine o salatadan yapayım mı?” diyorsun. İkimiz de gülüyoruz.

Etiketler:

Acemi adımlar - 11 -

13 Haziran 2008 Cuma Gönderen Salvia


Kulübenin çatısındaki enerji panellerinin güneşten aldığı ısıyı nasıl elektriğe çevirdiğini her ne kadar anlatamadımsa da sana, bilmiş bilmiş başını sallaman hoşuma gidiyor. İşte burası da su istasyonumuz diyorum sana. Güneşin gözlerime kaçmasını engellemek için, şapkamın siperliğini bastırıyorum alnıma. “Şimdi su nereden geliyor” u, eğilip su pompasının motorunu göstermekle açıkladım sana. Yukarıda dönen rüzgar pervanesinin, suyu birkaç metrelik bir borudan nasıl emdiğini izah etmeye çalıştım gülerek. Anlamasan da tamam diyor, suyun gelmiş olduğunu kabul ediyor,” toprağın altından geliyor yani” diyerek kestirip atıyorsun.

Aklın bahçe de mi kalmıştı ne?

Orada olgunlaşan mısırların püsküllerinden nasıl bebek yapıldığını anlatıyordun habire. Enerji odasını sevmediğin her halinden belli ki “hıhım” deyip çıkıyorsun işin içinden. Kısa öz ve net biçimde anladım ki, bu tuhaf araç gereçlerle işin hiç ama hiç olmayacak.

Adanın Kocataş’a doğru giden sahilinde, senin acemi adımlarının peşinden yürürken, bu sürdürülebilir ve doğal enerji kaynaklarının ne kadar işe yaradığı, hayatımı nasıl kolaylaştırdığını, doğaya zararsızlığını, bunları yapacağım diye harcadığım zamanı anlatıp durdum yol boyunca. İşe yarıyor bunlar işte anlasana. Oysa senin işe yaramıyor diye bir iddian bile yok.

Kocataş’ın solundan adaya doğru uzanan hafif sığlıkta nasıl balık tuttuğumu, kıyıdaki dikine iki direğin üzerine enine uzattığım diğer bir direkle yapmış olduğum sereni, ıslanan balık ağlarını kurutmakta kullandığımı, yakaladığım balıkların mevsime göre çeşitliliğini, lezzetini, hatta bunlardan birkaç tür yemek bile çıkarabildiğimi, anlattım. Ben anlattıkça içinde balık kelimesi geçen her ifademde, korsanın kulaklarını ve kuyruğunu dikerek dikkatle bize baktığına çok gülmüştün.

Neredeyse bütün bir öğleden önceyi sahilde yürüyerek geçirdik. Burada yaşayan çok sayıdaki kuş türlerinden renklerinden, yaşam biçimlerinden söz açıp, güney taraftaki ormanda yetişen mantarları, bitki köklerini, çiçekleri, meyveleri tartıştık. Okaliptüs ağaçlarının yapraklarının burada yetişen ve kahvaltıda kaynatarak içtiğimiz çayla azıcık harmanlanıp içildiğinde nasıl şifalı olduğunu anlattım sonra. Güneşin altında değildik ve sen bembeyaz yansıyordun oturduğun kumsalda. Havası güzel buranın, dediğin gibi oldukça temiz ve ferah görünüyor deniz. Oturduğumuz yerin önündeki sığlıkta, çatlayıp beyazlaşan dalgaları elinle gösteriyor, bir martı daha kondu suyun üzerine diyorsun. “Dalgalarıyla dalga mı geçiyorsun denizin” diyorum, basıyoruz kahkahayı. O martılardan o kadar çok var ki burada.

Yanımızdaki su, bittiğinden yada daha fazla susayacak olduğumuzun farkına vardığımızdan, güneş biraz etkisini yitirdiğinde çakıl dereye doğru uzanmaya karar veriyoruz. Kıyıda taş kaydırmadan da olmaz ki ama. Denizle dalganın öpüştüğü yere doğru fırlatıyorum şapkamı bir bahanem olsun diye. Önce korsan koşuyor peşinden şapkanın, ardından da ben. Geliyor musun?

Dizlerinin üstüne kadar çektiğin deniz mavisi kaprinin, sularla buluşmasına gülüyoruz seken taşları sayarken. “Ama senin kolun daha uzun ki” diyerek itiraz ediyorsun. İri siyah gözlerinle en yassı olan taşı aramak için kıyı boyunca bir o yana bir bu yana koşuşturman, korsanı eğlendiriyor. Neşe içerisinde taş aramaya koyuluyor o da. Aniden bulunan güzel siyah ve yassı olanların, karada daha fazla kalmak için artık hiç ama hiç şansı yok. Uzaklarda bir yeri nişan alıyor, gerilip olanca gücünü kullanıp, yatay bir hareketle fırlatıyorsun hemen taşı. Islanmayı sevdiğinden olacak, hemen peşinden atlıyor suya korsan. Dikkatini taşın düşeceği yere odaklamış bir biçimde hızla taşın ardından fırlıyor o da. Senin attığın taşları daha mı çok seviyor ne? Sen attıkça ben sayıyorum sekmeleri, ben attıkça da ben. Bir iki üç dört, gördün mü yedi oldu diye haykırıyorum? Güneş yüzüne vuruyor belki. Bir bana, bir taşa bakıp “göremedim bir daha at” diyorsun, eğleniyoruz.

Görsel

Etiketler: